Düşünce Dergisi > Arşiv > Sayı 2 / Para |

takdim yerine para varlığı bir dert yokluğu yara

takdim yerine / para: varlığı bir dert, yokluğu yara

Düşünce Dergisi’nin ilk sayısında piyasa-tefekkür-haysiyet-kariyer gerilimlerinin içinde çizdiğimiz entelektüel portresi bizi kaçınılmaz bir şekilde bu gerilimin merkezindeki araç/amaç olan parayı konuşmaya itti. Neydi sahiden para?

Feleğin kahpe başında paralansın parası
Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye
Neyzen Tevfik

Düşünce Dergisi’nin ilk sayısında piyasa-tefekkür-haysiyet-kariyer gerilimlerinin içinde çizdiğimiz entelektüel portresi bizi kaçınılmaz bir şekilde bu gerilimin merkezindeki araç/amaç olan parayı konuşmaya itti. Neydi sahiden para?

Klasik iktisatçıların “Robinson” modellemesinden rahatsız olan Paranın Felsefesi çalışmasının sahibi Alman sosyolog Georg Simmel, aslında herşeyin Cuma’nın devreye girmesiyle başladığını ifade eder; yani ötekinin. Alış-veriş yaptığı, mübadele ettiği öteki… Mübadele bir kez başladığında ise araç geliştirmede mahir insanoğlu, bu işleme aracılık edecek şeyi de buluverdi: para. Para Üzerine Deneme kitabını kaleme alan İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes, Ricardo, Mill, Marshall, Edgeworth gibi neo-klasik iktisatçıları para sorununu hakkıyla ele almamakla suçlar. Bu geleneğin en önemli eksikliği ise parasal bir üretim teorisine sahip olmayıp basit bir takas-trampa ekonomisinin varsayımlarından hareket etmesidir. Keynes’e göre ekonomi teorisi, ancak iyi izah edilen bir para teorisiyle mümkün olacaktır. Fakat para bir kez ortaya çıktığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Avusturya asıllı Amerikalı ünlü iktisatçı Joseph A. Schumpeter’in kapitalizmin alâmet-i fârikası olarak öne çıkardığı banka sisteminin tesisini de mümkün kılan şeyin para olduğu düşünülürse; çözümlenmesi hayatî bir olgu ile karşı karşıya olunduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Karl Marx’a göre, mübadele içerisinde karşılıklı ödemeler birbirini dengeledikleri sürece para, hesap parasından başka birşey değildir. Yalnızca düşünsel bir işlevi yerine getiren para, bu noktada en saf haliyle ve salt bir araçtır. Fakat fiilî ödemeler de devreye girince para yalnızca bir dolaşım aracı olmaktan çıkıp emeğin maddeleşmiş hali olur ve bizzat kendisi metalaşır. Paranın bu niteliği en iyi para bunalımlarında gözlemlenir. Zira paranın yerini herhangi bir meta alamaz hale gelir. Artık ödemeler ne ile yapılırsa yapılsın, para kıtlığı ve bunalımının önüne geçilemez. Denge bir kez para lehine bozulmuştur.

Keynes ise para ile hesap parası arasındaki farkı, ise hesap parasının isim yahut tanımken, paranın bu tanımın işaret ettiği şey oluşunda görür. Buna göre hesap parasında meydana gelebilecek değişmelerde yani isim değiştiğinde devreye girip paranın yeni formülünü belirleyecek erk, devlettir. Devlet, parasal sözleşmelerin yani ödemelerin nasıl gerçekleştirileceğine dair kanun ve düzenlemeler oluşturmakla para ekonomisinin aslî unsuru olarak öne çıkmaktadır. Paranın değeri herhangi bir standarda sahip değildir ve kendinde/zâtî bir değer sahibi değildir. Değeri, devletin üzerine yazıp resmen imza ettiği itibardır. 20. yüzyılın ortalarında paranın aldığı bu yeni hâl, daha sonra kredi pompalama mekanizmaları ile bambaşka bir hâle gelmiştir. Bankacılık sektörünün geliştirdiği yepyeni finansal kredi enstrümanları sayesinde bugün para, ele avuca sığmayan, hatta bazen fiziken görmeden şuraya buraya transfer ettiğimiz bir elektronik sayılar dizisi haline gelmiştir. Yeni yeni yaygınlaşan “bitcoin” benzeri oluşumlar gelecekte kâğıt paranın da olmadığı bir dünyanın fragmanları olarak izlenebilir.

Tıpkı paranın somuttan soyuta olan dönüşümü gibi bugünün ekonomisi de üretim odaklı olmaktan çıkıp bambaşka bir vaziyet almıştır. Ekonomik hayat, geçmişteki gibi sırf üretime yahut başka bir bakış açısının ifadesiyle emekçi sınıfın enerjisini sömürmeye dayalı bir süreçler bütünü olmaktan çıkmış ve tüketime ve tüketicinin enerjisinin sömürülmesine dayanır hâle gelmiştir. Arzu ekonomisi olarak adlandırılan bu yeni ekonomi tarzı, beğenileri, gündelik hayat pratiklerini yani geçmişte ekonominin doğrudan müdahale etmediği alanları da fethe çıkmıştır. Geçmişin hızlı sanayileşmesinde, ama özellikle de fordist ekonomi sonrasında işin bilgisini yitirip yabancılaşan proleterlerinin yerini bugün gündelik hayat pratiklerini bilemez olmuş tüketici proleterler almıştır. Doğum, ölüm, dinlenme, eğlenme gibi en temel ve basit süreçleri bile arzu ekonomisinin ürettiği tüketim ürünleri satın alınmaksızın gerçekleştiremeyen modern insan, hayatın anlamına yabancılaşmaktadır.

Öyle ki Karl Marx, sermaye birikimi sürecinin sonucu olarak “katı olan her şeyin buharlaştığını” ve paraya dayalı bağların (cash nexus) geleneksel komünal bağların yerini almaya başladığını oldukça uzun bir zaman önce dile getirmişti. O Marx, Kapital’de kapitalizmin daima genişlemesi ve yayılması gerektiğini ve bunun da sömürgeciliği kaçınılmaz kıldığını ifade etmişti. Zaten kapitalizmin sonu da, genişleyecek yerler kalmadığında maliyetleri düşürme yoluna gidecek sermayedarların, kendi ayaklarına sıkan bu hamleleri nedeniyle sınıfsal antagonizmaları derinleştirip proleter devrimine yol açmasıyla gelecekti. Oysa ki fethedilmesi gereken yalnızca mekân ekseni değildi. Bütün teorisinin aslında bir tarih felsefesi olduğunu iddia eden Marx nasıl olduysa zaman eksenini ıskalamıştı, zaman eksenini ıskalamıştı. Zaten mekânın dayattığı sınırı sömürgecilikle aşan kapitalizm de zaman sınırını aşmayı kredilendirme ile başardı. Yani geleceğin kapitalizm tarafından fethedilmesiydi söz konusu olan. Ancak bu da yetmedi. Zira fethedilecek bir eksen daha kalmıştı: kalpler. Artık kalbimizi ekonominin ellerine verdik. İnançlar, düşünceler, vicdanlar mezata düştü. Önümüzde iki yol var: ya değerini bulan herşeyi alıp-satmaya devam edeceğiz ya da tüm değerler sistemini yeniden kuracağız. Hayatın anlamına yabancılaşmış, arzuları tüketim ve illa tüketim uğruna kamçılanan bu proleter tüketicilerin keyiflerinden başka kaybedecek birşeyleri yok.

Tüm dünya tüketicileri; lâ tettebîul hevâ*!

 

*Nefsinizin isteklerine uymayın… (Nisâ Sûresi, 135)