Düşünce Dergisi > Dergi |

fordizmden esnek kapitalizme emek rejimlerinin dönüşümü ve işin örgütlenmesinde sosyolojik yönelimler

Bu çalışma, söz konusu dönüşümleri sosyolojik bir çerçevede değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda klasik iş süreci analizlerinden yeni emek rejimlerine, hizmet emeğinden özneleşme süreçlerine kadar uzanan çok katmanlı bir teorik tartışma sunulmaya çalışılacaktır.

Giriş

20. yüzyıl boyunca emeğin örgütlenme biçimleri, kapitalist düzenin evrimiyle birlikte köklü dönüşümlere uğramıştır. Fordizm olarak bilinen seri üretime dayalı sanayi rejimi, sadece üretim tekniklerini değil, aynı zamanda çalışanların günlük hayatını, kimliklerini ve kurumsal yapılarla ilişkilerini de dönüştürmüştür. Ancak 1970’lerden itibaren bu rejimin krize girmesiyle birlikte, Postfordizm olarak adlandırılan esnek üretim modelleri, hizmet sektörünün yükselişi ve dijitalleşen emek rejimleri ile gün yüzüne çıkmıştır. Bu çalışma, söz konusu dönüşümleri sosyolojik bir çerçevede değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda klasik iş süreci analizlerinden yeni emek rejimlerine, hizmet emeğinden özneleşme süreçlerine kadar uzanan çok katmanlı bir teorik tartışma sunulmaya çalışılacaktır.

 

İşin Dönüşen Doğası

Vasıfsızlaşma, Denetim Biçimleri ve Prekarya Üzerine Bir Tartışma

Sanayi kapitalizminin gelişimiyle birlikte emeğin toplumsal örgütlenmesi, tarih boyunca birçok dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümler yalnızca teknolojik yeniliklerle değil, aynı zamanda üretim (Marksist terminolojiye göre “sınıf” olarak da okuyabilirsiniz) ilişkileri, sermaye birikim süreçleri ve siyasal iktidar biçimleriyle de iç içe geçmiştir. Kapitalist iş sürecinde yaşanan dönüşümleri anlamak için yapılan eleştirel çalışmalar arasında Harry Braverman’ın Emek ve Tekelci Sermaye, Richard Edwards’ın Contested Terrain (Tartışmalı Zemin) ve Guy Standing’in Prekarya adlı çalışmaları özel bir yere sahiptir. Bu üç eser, farklı dönemlerde yazılmış olmalarına rağmen ortak bir meseleye odaklanır: Kapitalist üretim ilişkilerinde emeğin denetimi ve işin dönüşen niteliği.

Braverman’ın 1974’te yayımlanan Emek ve Tekelci Sermaye adlı eseri, klasik Marksist emek süreci analizini 20. yüzyıl kapitalizminin somut koşullarına uyarlamayı amaçlayan öncü bir çalışmadır. Braverman’a göre kapitalist üretim ilişkilerinde temel eğilim, işin sistematik biçimde vasıfsızlaştırılmasıdır. Frederick Taylor’un öncülüğünü yaptığı ve daha sonra ona atfen Taylorizm diye bilinecek olan bilimsel yönetim ilkeleri, işin zihinsel ve fiziksel yönlerini ayırarak emek sürecini daha denetlenebilir ve parçalara ayrılabilir hale getirmiştir. Bu süreçte üretimden bilgi çekilir, yönetim düzeyine aktarılır ve işçiler yalnızca uygulayıcı pozisyonlara indirgenirken bütün sürecin denetimi sermaye sahiplerinin umdesine verilmek amaçlanır.

Braverman’ın tezi, işçilerin giderek daha az karar alma yetkisine sahip olduğu, standartlaştırılmış ve denetlenebilir işler yaptıkları bir üretim düzenini tarif eder. Bu bağlamda vasıfsızlaşma yalnızca teknik bir süreç değil, sermayenin emek üzerindeki denetimini artırmasının tarihsel bir biçimi olarak anlaşılmalıdır. Braverman, bu sürecin işçilerin üretim sürecine yabancılaşmasını pekiştirdiğini (bu bağlamda Marx’ın yabancılaşma tartışmalarını yürüttüğü 1844 El Yazmaları’na ve Frankfurt Okulu’nun ikinci nesil entelektüellerinin çalışmalarına bakılabilir), aynı zamanda iş gücünün yeniden üretiminde de belirleyici olduğunu savunur.

Braverman’ın izinden giden ama onun yaklaşımını tarihsel olarak farklılaştıran Richard Edwards ise 1979 tarihli Contested Terrain başlıklı çalışmasında iş yerindeki denetim biçimlerinin evrimini üç temel döneme ayırır: basit denetim, teknik denetim ve bürokratik denetim.

- Basit denetim, doğrudan gözetim ve emir-komuta ilişkisine dayanır. Patron veya yöneticiler, işçileri doğrudan denetler.

- Teknik denetim, üretim araçlarının kendisi aracılığıyla kontrol sağlar. Örneğin montaj hattı veya otomasyon, işçinin ritmini önceden belirler.

- Bürokratik denetim ise formel kurallar, prosedürler ve hiyerarşik yapılarla işler. Bu tür bir denetim, kurumsallaşmış iş yerlerinde yaygındır.

Edwards’a göre bu denetim biçimleri sadece teknik değil, aynı zamanda sınıfsaldır ve dolayısıyla da siyasal mücadelelerin birer ürünüdür. Her yeni denetim biçimi, işçi direnişlerine verilen bir tepki olarak gelişmiştir. Böylece iş yerleri “tartışmalı zeminler”dir, zira Edwards’a göre sermaye ve emek arasındaki mücadele burada en somut biçimde yaşanır. Braverman’ın vasıfsızlaşma tezine kıyasla Edwards, daha dinamik ve tarihsel olarak farklılaşan bir üretim (sınıf) ilişkileri anlayışı geliştirir.

Braverman ve Edwards’ın analizleri, sanayi kapitalizminin belirli bir dönemine özgü üretim ilişkilerini incelerken, Guy Standing’in 2011 tarihli Prekarya adlı eseri, sanayi sonrası diye adlandırılan dönemde kapitalizmin doğurduğu yeni bir emek sınıfını tanımlar. Standing’e göre neoliberal küreselleşme, sendikaların zayıflaması, refah devletinin geri çekilmesi ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle, klasik iş güvencesine sahip işçilerin yerini geçici, esnek, güvencesiz işlerde çalışan geniş bir kitle, yani prekarya, almıştır.

Prekarya, düzenli bir iş tanımı olmayan, mesleki aidiyeti zayıf, sosyal haklardan mahrum bir iş gücüdür. Bu sınıf sadece ekonomik güvencesizlikle değil, aynı zamanda kimlik, aidiyet ve siyasal temsilden yoksunlukla da tanımlanır. Standing, prekaryayı yeni bir sınıf olarak tanımlar ve bu sınıfın yükselişini hem sosyal istikrarsızlıkla hem de siyasal radikalleşme eğilimleriyle ilişkilendirir. Prekarya bağlamında vasıfsızlaşma kavramı daha karmaşık hale gelir. Artık yalnızca işin basitliği değil, işin süreksizliği, statüden yoksunluğu ve toplumsal değersizleşmesi ön plana çıkar. İş, bir kariyer inşası olmaktan çıkıp, hayatta kalma aracı haline gelir. Neticede bu durum iş gücünün hem öznel hem de yapısal anlamda kırılganlaşmasına neden olur.

Bu üç yaklaşım, iş gücünün dönüşümünü farklı odaklarla ele alsa da aralarında süreklilikler ve kırılmalar bulunur. Braverman’ın vasıfsızlaşma tezi, işin teknik olarak parçalanmasını ve yönetim süreçlerinden koparılmasını ön plana alırken, Edwards bu dönüşümün denetim biçimleriyle olan ilişkisine dikkat çeker. Standing ise bu dönüşümün artık işin doğasını tümüyle değiştirdiği bir aşamayı tanımlar: Emek artık yalnızca bir üretim girdisi değil, aynı zamanda güvencesizlik, aidiyetsizlik ve kimlik kriziyle tanımlanan bir yaşam biçimidir. Günümüzde dijital platform (gig) işçiliği, esnek çalıştırma biçimleri, taşeronlaşma ve iş güvencesizliği gibi olgular, bu üç yazarın ortaya koyduğu kavramsal çerçevelerle daha derinlemesine anlaşılabilir hale gelmektedir.

Toparlamak gerekirse kapitalist üretim ilişkileri, iş gücünü sürekli yeniden örgütler. Bu yeniden örgütlenme hem teknik hem de siyasal süreçlerin iç içe geçtiği bir alanda gerçekleşir. Braverman, Edwards ve Standing’in çalışmaları, iş gücünün bu dönüşüm sürecinde nasıl konumlandığını anlamamıza yardımcı olur. Bu bağlamda, işin örgütlenmesindeki kriz, yalnızca emeğin niteliğiyle ilgili değil; aynı zamanda toplumsal adalet, siyasal temsil ve insan onuruna yakışır bir yaşam meselesi haline gelmiştir. Gelgelelim emek süreçlerinin ve ilişkilerinin bu tarz bir dönüşüm anlatısı oldukça tepeden inmeci ve emekçiyi pasif birer faili meçhul gibi göstermek kusuru ile malûldür. Bu bağlamda bir rıza imalatından da bahsetmek meseleyi karmaşıklaştırmakla birlikte künhüne vakıf olmak adına önemli bir ileri adım olacaktır.

 

Üretim Alanında Rıza ve Siyaset

Sanayi toplumlarının iç dinamiklerini anlamanın en etkili yollarından biri, üretimin gerçekleştiği mikro alanlarda, yani fabrikalarda yaşanan emek süreçlerini incelemektir. Sosyolog Michael Burawoy, bu alanlara bizzat girerek yaptığı etnografik çalışmalarla (hem kapitalist hem sosyalist dünyada iki fabrikada makine operatörü olarak çalışmıştır), üretim alanındaki gündelik pratiklerin sadece teknik değil, aynı zamanda politik, ideolojik ve tarihsel olarak da kurulu olduğunu göstermiştir. Özellikle Manufacturing Consent (Rızanın Üretimi) ve Üretim Siyaseti adlı eserleri, üretim sürecini sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal bir kategori olarak düşünmeye davet eder. Bu iki eser birlikte okunduğunda, farklı ekonomik sistemlerdeki fabrika rejimlerinin nasıl kurulduğu, sürdürüldüğü ve dönüştüğü üzerine çarpıcı bir analiz ortaya çıkar.

Burawoy’un 1979 tarihli Manufacturing Consent adlı eseri, Chicago yakınlarındaki bir makine fabrikasında yaptığı katılımlı gözlemlere dayanır. Burada temel iddiası, kapitalist üretim sürecinin yalnızca zorla değil, rızayla sürdürüldüğüdür. Burawoy’un bu bulgusu, klasik Marksist emek süreci kuramına önemli bir katkı ve fakat güçlü bir eleştiridir. Ona göre, işçiler sadece üretime katılmaya zorlanmaz; aynı zamanda üretim sürecine gönüllü olarak katılmaları sağlanır. Bu “gönüllülük” ise rastlantısal değil, sistematik olarak örgütlenmiştir.

İşyerindeki oyunlaştırılmış üretim sistemi (örneğin parça başı ücretlendirme, bireysel performansa dayalı ödüller, ustalık mücadeleleri) işçilerin üretim sürecine katılımını teşvik ederken, aynı zamanda işyerindeki çatışmaları gizler ve emeğin sömürüsünü doğal bir düzen olarak sunar. Böylece, rıza yalnızca üstten inşa edilen ideolojik bir aygıt değil, üretimin günlük ritmine gömülü pratiklerle yeniden ve yeniden üretilir. Burawoy’un çalışması, Antonio Gramsci’nin meşhur “hegemonya” kavramına somut bir katkı sunar. Zira Louis Althusser’in daha sonraki bir başka kavramsallaştırmasına atıf yapılacak olursa hegemonya sadece devletin ideolojik aygıtlarında değil, işyerinin gündelik pratiklerinde de kurulur.

Burawoy’un bir diğer önemli çalışması olan Üretim Siyaseti, bu kez yalnızca kapitalist değil, sosyalist bir üretim rejimini de analize dahil eder. Burawoy bu çalışma kapsamında, biri ABD’de (önceki çalışmasının devamı niteliğinde), diğeri ise sosyalist Macaristan’da olmak üzere iki farklı fabrikada bizzat çalışmış ve gözlem yapmıştır. Bu karşılaştırmalı yaklaşım, üretim süreçlerinin yalnızca teknik zorunluluklarla değil, aynı zamanda içinde bulundukları tarihsel ve siyasal bağlamla biçimlendiğini açıkça gösterir. Burawoy’a göre, her iki sistemde de üretim sürecinde farklı türde rıza mekanizmaları devrededir. ABD’de piyasa rekabeti ve bireysel ödüllendirme ile rıza üretilirken, Macaristan’da ise merkezi planlama, iş güvencesi ve enformel ilişki ağları üzerinden bir üretim siyaseti oluşmaktadır. Özellikle Macaristan’daki sistemde “kolay iş”, “angarya”, “nitelikli işçiye göz yummak” gibi pratikler, resmi sosyalist ideolojiyle çatışan ama üretim sürecini sürdürülebilir kılan gündelik politikaları doğurur. Böylece Burawoy, sosyalist rejimin de kendi içinde bir hegemonik üretim alanı kurduğunu, ancak bunun Batı’daki piyasa mekanizmalarından farklı yollarla işlediğini ileri sürer.

Burawoy’un analizinin gücü, yalnızca mikro düzeydeki işyeri pratiklerini ele almasından değil, bu pratikleri geniş tarihsel bağlam içinde konumlandırmasından gelir. Üretim Siyaseti, Fordist üretim modelinden Postfordist esnekliklere, merkezi planlamadan piyasa reformlarına kadar uzanan geniş bir tarihsel dönemi kapsar. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında sanayi toplumlarının geçirdiği dönüşümler, üretim rejimlerini doğrudan etkilemiş; işyerindeki rıza mekanizmaları da bu dönüşümlere göre yeniden şekillenmiştir. ABD’de 1970’lerde yaşanan ekonomik durgunluk ve sendikal hareketlerin zayıflaması, işyerinde bireysel performansa dayalı sistemlerin artmasına neden olmuştur. Aynı dönemde Macaristan’da “gulyás sosyalizmi” olarak da anılan reform süreci, merkezi planlamanın yerini kısmi piyasa mekanizmalarına bırakmış, bu da işyeri düzeyinde yeni üretim siyasetlerini doğurmuştur. Burawoy’un eserleri, bu dönüşümlerin emekçilerin gündelik hayatına nasıl yansıdığını, sadece politik belgeler ve makro verilerle değil, işyerinin “içinden” anlatarak ortaya koyar.

Burawoy’un çalışmaları, üretim sürecini dar anlamda ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, ideolojik ve siyasal bir alan olarak düşünmeye olanak tanır. Onun yaklaşımı, işyerini adeta bir siyasal mikrokozmos olarak ele alır. Burada üretilen rıza, sadece iş sürecinin değil, daha geniş siyasal iktidar yapılarının da yeniden üretiminde rol oynar. Bu yönüyle fabrika rejimleri, toplumsal rejimlerin küçük ölçekli laboratuvarları gibidir. Kapitalist ya da sosyalist olsun, üretim süreci hiçbir zaman salt teknik bir faaliyet değildir. Her üretim biçimi, kendine özgü bir siyasal düzenlemeye, ideolojik çerçeveye ve gündelik direniş biçimlerine sahiptir. Ancak emek süreç ve ilişkilerinin gittikçe fabrikaların ağırlıkta olduğu sektörlerden hizmet sektörüne kaydığı bir dönüşüm içerisinde “beyaz yakalı” olarak adlandırılan emekçilerin çalışma pratiklerini de gözeten bir çözümlemeye ihtiyaç ortaya çıkmaktadır.

 

Duygulanımsal Emek ve Hislerin Ticarileştirilmesi

Arlie Hochschild’ın The Managed Heart adlı eseri, kapitalist üretim ilişkilerinin yalnızca fiziksel işgücünü değil, bireylerin duygularını da denetime tabi tuttuğunu ileri sürer. Hochschild, özellikle havayolu hostesleri ve borç tahsildarları gibi hizmet sektörü çalışanlarını incelediği bu çalışmada, işverenlerin yalnızca çalışanın görünüşünü ve davranışlarını değil, aynı zamanda iç dünyasını, hislerini ve yüz ifadelerini de şekillendirmeye çalıştığını gösterir. Bu durum, çalışanın yalnızca emeğini değil, “yüreğini” de satması anlamına gelir. Hochschild’in sosyal teoriye kazandırdığı en önemli kavramlardan olan “duygusal emek”, özellikle müşteri hizmetleri gibi alanlarda, çalışanın belirli duyguları “gerçekten hissetmesi” ya da en azından “hissetmiş gibi yapması” beklentisiyle tanımlanır. Bu beklenti, bireyin içsel duygusal kaynaklarının ticarileşmesini ve örgütsel denetime açılmasını beraberinde getirir. Hochschild’ın analizinde, Goffman’ın benlik sunumu ve çerçeveleme tartışmalarına yaslanan iki temel strateji öne çıkar:

- Yüzeysel oyun (surface acting): Çalışanın hissetmediği duyguları dışa vurması.

- Derin oyun (deep acting): Çalışanın gerçekten o duyguyu hissetmeye çalışması.

Bu analiz, aşağıda tartışmaya açılacak Catherine Casey’nin işyerindeki kültürel denetim ve özne inşasına dair bulgularıyla doğrudan ilişkilenir. Casey’nin özneyi “örgütsel kimlik politikaları” içinde düşünmesiyle Hochschild’in bireyin iç dünyasının işin parçası haline geldiğini göstermesi benzer bir denetim mantığını farklı boyutlardan ele alır. Ayrıca yine aşağıda kısaca ele alınacak Grint ve Woolgar’ın teknolojik sistemler aracılığıyla yapılan denetim analizleriyle birlikte okunduğunda, Hochschild’in sunduğu duygusal denetim boyutu, çağdaş iş rejimlerinin çok katmanlı doğasını ortaya koyar.

Hochschild’in çalışması, işin yalnızca dışsal bir faaliyet değil, bireyin iç dünyasını da kapsayan bir süreç haline geldiğini gösterir. İşin denetimi artık yalnızca zaman, hareket ya da üretkenlikle sınırlı değildir; duyguların düzenlenmesi, performansa tabi tutulması ve pazarlanabilir hale getirilmesi de iş sürecinin bir parçasıdır. Böylece, Braverman’ın teknik denetimi, Edwards’ın yapısal rejimleri, Casey’nin öznel içselleştirme süreçleri ve Grint & Woolgar’ın sosyo-teknik analizleriyle birlikte düşünülerek, işin modern biçimleri çok daha kapsamlı bir denetim rejimi olarak şekillenir. Bu durum özellikle çağdaş hizmet ekonomilerinde (çağrı merkezlerinde, restoranlarda, otellerde, hatta bugün daha sık muhatap olduğumuz dijital müşteri destek sistemlerinde) açıkça gözlemlenebilir. Artık iş yalnızca “ne yaptığın” değil, “nasıl hissettirdiğin” ile de tanımlanır. Bu da çalışanları hem fiziksel hem duygusal düzlemde üretkenliğe zorlayan, çok katmanlı bir emek rejiminin içine yerleştirir. Ancak dijital dönüşümün bütün bu süreçleri nasıl etkilediğini ele almadan iş kurumlarını ve bu kurumlarda çeşitli görev tanımlarına göre bir rol performansı icra eden çalışanları incelemek uygun olacaktır.

 

“Örgüt İnsanı” ve Bürokratik Uyumun Kültürü

William H. Whyte’ın The Organization Man adlı eseri, 20. yüzyıl ortası Amerikan toplumunun yükselen kurumsal kültürünü çözümleyerek, işin örgütlenmesinde yeni bir özne tipinin, yani “örgüt insanı”nın, ortaya çıktığını gösterir. Whyte’ın örgüt insanı dediği figür, Fordist üretimin fabrika emekçisinden farklı olarak büro ortamında çalışan, beyaz yakalı ama yönetici olmayan, büyük kurumsal yapılarda eriyerek kendini anonim bir “biz” içinde tanımlayan kişidir. Bu figür, Max Weber’in bürokrasi çözümlemelerinde ele aldığı rasyonelleşmiş ve uzmanlaşmış bürokrat tipinin, alt seviyelere yayılmış, gündelik iş yapış biçimlerine sızmış bir tür “kitle örneği” olarak düşünülebilir.

Whyte’a göre örgüt insanı, bireysel inisiyatifi ve özgünlüğü değil, uyumu ve sadakati ödüllendiren bir kurumsal kültürün ürünüdür. Bu kişi için başarı, bireysel yaratıcılıktan çok, organizasyonun genel hedefleriyle ne kadar uyumlu çalıştığıyla ölçülür. Bu durum, işin yalnızca teknik olarak değil, aynı zamanda kültürel ve normatif düzeyde de denetlendiğini ortaya koyar. Bireylerin içselleştirdiği değerler, işyerindeki davranış normları haline gelir. Dolayısıyla, denetim artık yalnızca dışsal bir gözetim değil, bireyin iç dünyasına nüfuz eden bir kimlik inşası sürecine dönüşür. Bu analiz, aşağıda tartışılacak Catherine Casey’nin Work, Self and Society adlı eserinde ele aldığı “kurumsal özneleşme” süreçleriyle doğrudan ilişkilidir. Casey’nin tanımladığı gibi, örgütler artık yalnızca emek sömürüsünün değil, kişilik biçimlerinin yeniden üretildiği alanlardır. Whyte’ın örgüt insanı da tam olarak bu yeniden üretim sürecinin bir ürünüdür. Yani teknik bilgiyle donanmış, kurumsal değerlere bağlı, bireyselliğini topluluğa feda eden bir öznedir söz konusu olan. Ayrıca Whyte’ın çalışması, Grint ve Woolgar’ın işyerinde teknolojinin denetim aracı olarak kullanımı analizleriyle birlikte düşünüldüğünde daha da anlam kazanır. Teknoloji yalnızca işin rasyonelleştirilmesi değil, aynı zamanda bireyin örgütsel değerlerle uyumlu hale getirilmesini sağlayan bir araçtır. “Örgüt insanı” teknolojik sistemlerin ve bürokratik mekanizmaların bir parçası haline gelir; iş tanımı, performans ölçütleri ve iletişim biçimleri bu sistemler tarafından belirlenir.

Whyte’ın örgüt insanı, günümüzün kurumsal çalışan tipleriyle (örneğin kurumsal iletişim uzmanları, insan kaynakları personeli, proje yöneticileri ya da veri analistleri) doğrudan ilişkilendirilebilir. Bu figürler, Weber’in rasyonel-yasal otoriteye dayalı bürokrat tipinin çağdaş uzantılarıdır. Ancak bu kez denetim yalnızca kural ve prosedürlerle değil, kurumsal kültür, özdeğerler, hedeflerle özdeşleşme gibi duygusal ve zihinsel mekanizmalar aracılığıyla işler. Arlie Hochschild’ın duygusal emek analizi, Grint ve Woolgar’ın teknolojik denetim incelemesi, Catherine Casey’nin özne inşası çözümlemesi ve Whyte’ın “örgüt insanı” kavramsallaştırması bir araya geldiğinde, işin örgütlenmesinin artık çok katmanlı, çok düzlemli ve bireyin iç dünyasını da kuşatan bir yapı halini aldığı görülecektir. Dolayısıyla modern kapitalizmde iş, yalnızca üretim değil, kişiliğin, değerlerin ve duyguların da üretildiği bir alandır.

 

“Going Concerns” ve Kurumsal Sürekliliğin Aktörleri

Everett C. Hughes, “Going Concerns” adlı makalesinde kurumları, sadece yapılar değil, sürdürülebilir faaliyetler olarak ele alır. Kurumlar “gitmeye devam eden işlerdir” (concerns that keep going), yani belli bir amacı olan, bu amacı gerçekleştirmek üzere toplumsal aktörleri organize eden ve kendi varlığını devam ettirmek için çeşitli stratejiler geliştiren yapılardır. Bu yapıların sürekliliği ise büyük ölçüde “functionary” dediği orta ve alt düzey görevli grupların mobilizasyonuna, yani bu bireylerin kurumsal amaçlarla uyumlu hale getirilmesine bağlıdır. Hughes’ün analizinde bu işlevsel (functionary) gruplar, ne kurumun üst düzey karar vericileri ne de en alt düzey işçileridir. Bunlar çoğunlukla öğretmen, tekniker, memur gibi kurumsal hedeflere hizmet eden ama aynı zamanda günlük işleyişin taşıyıcısı olan aracı aktörlerdir. Bu bireyler, kurumun hem sembolik hem operasyonel devamlılığı için kritik öneme sahiptir. Hughes’ün çalışması özellikle eğitim kurumları bağlamında bu mobilizasyonu tartışsa da, bulgular çalışma sosyolojisinin geniş alanlarında (hastane, fabrika, kamu kurumu, büro vb.) işyerinin düzenlenmesi bağlamında geniş biçimde kullanılabilir.

Hughes’ün sunduğu çerçeve, William H. Whyte’ın “örgüt insanı” çözümlemesiyle doğrudan ilişkilidir. Her iki metin de orta düzey görevli figürünün kurumsal rasyonalite içinde nasıl şekillendiğini ve bireylerin nasıl kurumsal rollerle özdeşleştiğini gösterir. Bu figür, aynı zamanda Catherine Casey’nin “kurumsal özne” kavramsallaştırmasında vücut bulan bireyselleşme biçimleriyle, Arlie Hochschild’ın duygusal emek analizinde de rastladığımız “içselleştirilmiş denetim” modelleriyle kesişir. Ayrıca Hughes, kurumların işleyişinde resmi yapı ile enformel pratikler arasındaki gerilimi vurgular. İşlevsel aktörler çoğu zaman yalnızca prosedürleri uygulamakla kalmaz, sistemin yürümesi için esneklikler geliştirir, sınırları aşar ya da inisiyatif alır. Bu yönüyle Hughes’ün çözümlemesi, işyerinin sabit değil, dinamik bir toplumsal yapı olduğunu ve bu yapının da özne, ilişki ve gündelik pratikler üzerinden yeniden üretildiğini gösterir.

Hughes’ün “Going Concerns” metni, fabrika ve hizmet sektörü odaklı çalışmalarda görülen üretim/emek ilişkileri analizlerini, daha geniş bir kurumsal süreklilik sorunsalına taşır. Bu sayede yalnızca üretimin örgütlenmesini değil, kurumsal yapıların iç dinamiklerini, özne üretimini ve kültürel sürekliliğini de anlama imkânı doğar. Özellikle günümüzün dijital platform temelli işyerlerinde, örneğin uzaktan çalışan müşteri temsilcileri, çevrim içi eğitimciler, algoritmik gözetim altında çalışan ofis personelleri gibi örneklerde, bu “işlevsel” tipi özne giderek daha merkezi hale gelmektedir. O halde, emek sürecindeki özne(leş/tiril/me)leri ele almak bunun son sosyo-teknik dönüşüm içerisinde alacağı görünümü incelemek adına da anlamlı olacaktır.

 

İş, Özne ve Toplumsal Dönüşüm

Catherine Casey’nin Work, Self and Society (1995) adlı eseri, işin örgütlenmesinde yaşanan dönüşümü yalnızca teknik ya da yönetsel değil, aynı zamanda kültürel ve öznel bir mesele olarak ele alır. Casey, işyerinin yeniden yapılandırılmasına dair 1980’ler ve 1990’lar boyunca öne çıkan Postfordist söylemleri, neoliberal ekonomik politikaları ve bireysel öznelliğin dönüşümünü bir arada düşünür. Eserin temel iddiası, yeni iş rejimlerinin sadece çalışma biçimlerini değil, çalışanların kimliklerini, aidiyetlerini ve öz-anlayışlarını da köklü biçimde yeniden şekillendirdiğidir.

Casey, bu dönüşümü anlamak için yalnızca kuramsal çerçeve sunmakla kalmaz, aynı zamanda İngiltere’de gerçekleştirdiği etnografik saha araştırmasıyla bu teorik zemini somut örneklerle zenginleştirir. İncelediği mühendislik firmasındaki dönüşüm süreçleri (yeniden yapılandırma, yalın üretim, kalite çemberleri vb. uygulamalar) çalışanlar açısından bir yandan daha fazla katılım ve öz-yönetim vaat ederken, öte yandan kontrolün daha derinleştiği, öznenin içselleştirilmiş denetimle biçimlendiği bir rejime işaret eder. Bu yönüyle Casey’nin çalışması, Braverman’ın dışsal denetim ve vasıfsızlaşma analizini öznenin içselleştirilmiş biçimlerde yeniden kurulmasıyla tamamlar. Edwards’ın tanımladığı bürokratik denetim formunun yerini, öz-disiplin ve içsel motivasyon odaklı “kültürel denetim” biçimleri alır. Guy Standing’in prekarya analizinde değindiği kimliksizlik ve güvencesizlik meseleleri, Casey’nin çalışmasında daha çok kurumsal kimlik politikaları ve bireysel aidiyet arayışları düzleminde ortaya çıkar.

Bu bağlamda, işin örgütlenmesi yalnızca teknik bir süreç değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel bir mücadele alanı haline gelmiştir. İşyerinin yeniden tasarımı, sadece verimlilikle ilgili değil, aynı zamanda yeni bir özne tipi üretmekle ilgilidir. Amaçlanan adeta katılımcı ama denetlenen, girişimci ama güvencesiz, özgürleştirici söylemlerle kuşatılmış ama içsel kontrol mekanizmalarına bağlı bir özne elde etmek gibidir. Günümüzde dijital platformlar, uzaktan çalışma, yapay zekâ temelli üretim sistemleri ve algoritmik yönetim biçimleri bu tarihsel dönüşümün yeni aşamalarını temsil eder. Braverman’dan Casey’ye uzanan kuramsal miras, bu yeni rejimleri çözümlemek için güçlü kavramsal araçlar sunmaktadır.

 

Teknoloji, Denetim ve İktidarın Sosyo-Teknik Doğası

Keith Grint ve Steve Woolgar’ın The Machine at Work: Technology, Work and Organization (1997) adlı çalışması, işyerindeki teknolojik dönüşüm süreçlerini yalnızca teknik ilerlemeler olarak değil, aynı zamanda sosyo-teknik inşa süreçleri olarak ele alır. Kitap, teknolojiyi “kendinde bir güç” olarak gören deterministik yaklaşımları eleştirirken bunun yerine, teknolojinin hem anlamının hem de işlevinin örgütsel ve toplumsal bağlamda kurulduğunu savunan teorik geleneğe yaslanır. Grint ve Woolgar’a göre bir teknolojinin işyerindeki etkisi, yalnızca onun teknik özelliklerinden değil, o teknolojinin nasıl yorumlandığı, nasıl kullanıldığı ve ne tür yönetim pratiklerine gömüldüğünden neşet etmektedir. Bu yaklaşım, özellikle “yönetsel denetim” (management control) bağlamında önemlidir. Grint ve Woolgar, teknolojinin üretim sürecinde ve işin örgütlenmesinde denetim aracı olarak nasıl işlev gördüğünü ele alırken, teknolojinin nötr olmadığını, aksine belirli iktidar ilişkileri ve örgütsel stratejiler doğrultusunda şekillendiğini ortaya koyar. Örneğin bilgisayar destekli üretim sistemleri (CAD/CAM), veri toplama araçları ya da işyeri yazılımları, yalnızca üretkenliği artırmakla kalmaz; aynı zamanda çalışan davranışlarını görünür kılar, ölçer ve normatif çerçeveler içinde disipline eder.

Grint ve Woolgar’ın katkısı, Braverman’ın vasıfsızlaşma analizini bir adım öteye taşıyarak teknolojinin sadece işin niteliğini değil, aynı zamanda iş üzerindeki denetimin doğasını da dönüştürdüğünü vurgular. Bu yönüyle çalışma, Richard Edwards’ın denetim biçimleri tipolojisiyle doğrudan ilişkilenir: Basit, teknik ve bürokratik denetimin ötesinde artık teknolojik denetim gibi daha entegre, görünmez ve yaygın biçimler öne çıkmaktadır. Bu, Catherine Casey’nin kültürel ve öznel denetim biçimleriyle de örtüşür; teknolojik sistemler artık yalnızca fiziksel gözetim değil, aynı zamanda bilişsel ve Hochschild’ın dikkat çektiği duygusal işçiliği düzenleyen araçlar olarak işler. Grint ve Woolgar ayrıca teknolojiye atfedilen “kaçınılmazlık” söyleminin de yönetsel bir strateji olduğunu savunur. İşçileri ikna etmek, değişime direnci kırmak ya da yeni üretim rejimlerini meşrulaştırmak için “teknolojik zorunluluk” argümanı kullanılır. Bu bağlamda, teknolojik sistemler yalnızca üretkenlik araçları değil, örgütsel iktidarın sembolleri ve taşıyıcılarıdır.

Bugüne baktığımızda yapay zekâ sistemleri, otomatikleştirilmiş zaman izleyiciler, algoritmik yönetim biçimleri, platform emek süreçleri bu dönüşümün en ileri biçimlerini temsil ettiği görülecektir. Teknolojinin masum ya da nötr olmadığı; işyeri ilişkilerinin, emeğin değerinin ve öznelliğin inşasında etkin bir iktidar aygıtı olduğu açıktır. Dolayısıyla, teknolojik yenilikler üzerine düşünmek, aynı zamanda işin anlamı, kontrolü ve insan olma biçimleri üzerine düşünmektir. Bu bağlamda Richard Sennett’ın dönüşen emek süreçleri ile gözlenen “karakter aşınması” fikri ve fabrikanın mengenesinden yahut bürokrasinin demir kafesinden kurtulan modern insanın hemen her yere sirayet eden bir tür standart paketleme diyebileceğimiz MacDonaldlaşma ile karşılaşması meseleyi salt emek süreçlerinden alıp gündelik hayatın tüm kılcallarına zerk etmektedir.

Nitekim Sennett’ın Karakter Aşınması başlıklı eseri, Postfordist düzende esnek çalışmanın birey üzerindeki etkilerini sorgularken, esnekliğin gittikçe bireyin öngörülemez, parçalı ve kısa vadeli iş deneyimlerine mahkûm edilmesi anlamına gelir. Bu durum, bireyde sadakat, aidiyet, hikâye oluşturma gibi karakter oluşturucu unsurları zayıflatır. İş yaşamının dönüşümlerinin toplumsal karakter üzerindeki etkileri, Fordist rejimdeki istikrar fikriyle keskin bir karşıtlık içerir. Fakat öte yandan George Ritzer’ın Toplumun McDonaldlaşması eserinde de aktardığı üzere, Weberci anlamda rasyonalite anlayışı kılık değiştirerek hizmet sektöründeki standartlaşma, hesaplanabilirlik, denetim ve öngörülebilirlik şeklinde bireyin en umulmadık yerde karşısında çıkmaktadır. McDonaldlaşma, özellikle emek sürecinde bireyselliğin kaybolması, rutine ve prosedüre dayalı performansın ön plana çıkması anlamına gelirken kişinin tüketim, boş zaman vs. gündelik pratiklerini de dönüştürmektedir.

 

Sonuç

Postfordist çalışma rejimlerinin dijitalleşme ile şekillenen yapıları, yalnızca iş gücünün örgütlenmesinde değil, aynı zamanda toplumsal yapılar ve sosyal ilişkiler bağlamında da köklü dönüşümlere yol açmıştır. Bu dönüşüm, iş süreçlerinin teknolojik yeniliklerle yeniden yapılandırılmasından, dijital denetim araçlarının kullanımıyla iş gücünün izlenmesine kadar geniş bir yelpazede etkiler yaratmaktadır. Geleneksel iş gücü örgütlenme biçimlerinin yerini esnek, dijitalleşmiş ve (dik)izleme temelli yeni çalışma düzenleri alırken, bu düzenler iş güvencesizliğini ve sosyal eşitsizlikleri derinleştirici bir etki yaratmıştır.

Fordist üretim süreçlerinin ardından gelen dijitalleşme ve esnekleşme, iş gücünün örgütlenmesinde radikal değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle, dijital teknolojiler işin şeklinin ve değer biçiminin dönüşmesinde merkezî bir rol oynamaktadır. Emeğin değerinin fiziksel üretimden çok, hız, esneklik ve dijital performansa dayalı olarak ölçülmesi, dijitalleşmenin etkilerini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, dijitalleşme ve esnek çalışma biçimlerinin güçlenmesi, iş güvencesizliğini arttırarak daha esnek, daha mobil ama aynı zamanda daha güvencesiz bir iş gücü yaratmıştır.

Dijitalleşme ile birlikte, işin denetimi de yeni bir boyut kazanmıştır. Microsoft Teams benzeri dijital platformlar üzerinden yapılan işlerde, çalışanların performansları sadece sonuçlarla değil, aynı zamanda süreçlerle de ölçülmeye başlanmış, bu durum da sürekli izleme ve anlık geri bildirim mekanizmalarının gelişmesine olanak sağlamıştır. Bu dönüşüm, çalışanlar arasında yeni sosyal sınıfların doğmasına yol açmıştır. Prekarya kavramı, güvencesiz çalışanları tanımlayarak, dijitalleşme ile büyüyen yeni bir sınıfı işaret etmektedir. Dijital platformlarda çalışanlar (gig workers), daha düşük ücretli, geçici ve güvencesiz işlerde yer almakta, böylece emek ilişkileri daha karmaşık hale gelmektedir.

Öte yandan, dijitalleşme ve esnekleşmenin getirdiği bu dönüşüm, iş gücündeki tabakalaşmayı da yeniden şekillendirmiştir. İş gücünün dijital okuryazarlık, eğitim ve deneyim gibi faktörlere dayalı olarak ayrışması, iş gücünün farklı tabakalarının dijitalleşen dünyada daha farklı fırsatlarla karşılaşmasına yol açmıştır. Bu durum, Richard Sennett’in Karakter Aşınması eserinde de belirtildiği gibi, çalışanların karakterlerinin, güvenlerinin ve becerilerinin aşındığı bir süreci beraberinde getirmiştir.

Bununla birlikte, dijitalleşen iş dünyasında çalışanlar arasındaki eşitsizliklerin derinleşmesi, bu dönüşümün bir başka kritik boyutunu oluşturmaktadır. İşin değer biçimi ve iş gücünün örgütlenmesi yalnızca fiziksel işyerlerinde değil, dijital platformlarda da farklılıklar gösterirken, dijitalleşme yalnızca emek süreçlerindeki ayrımları değil, aynı zamanda iş gücünün sosyal ilişkilerini de yeniden şekillendirmiştir. William H. Whyte’ın The Organization Man eserinde tanımladığı “örgüt insanı” türünde, işçi sınıfı ve beyaz yakalı arasındaki sınırları giderek bulanıklaştıran yeni bir çalışan profili ortaya çıkmıştır. Bu, modern iş gücünün merkezine yerleşen ve işin dijitalleşmesi ile birlikte daha da belirginleşen bir sosyal sınıfı ifade etmektedir.

Bu süreçte, iş gücünün dijital denetimi, işin esnekliği ve güvencesizliği gibi unsurlar daha fazla belirginleşmiş ve iş dünyasının dönüşümü, toplumsal yapıları yeniden şekillendirmiştir. Gelecekte, dijitalleşme ve esnek çalışma modellerinin daha da yaygınlaşmasıyla birlikte, iş gücünün daha fazla bölünmesi ve toplumsal tabakalar arasındaki eşitsizliklerin daha da belirginleşmesi muhtemeldir. Bu dönüşümün etkilerini anlamak, toplumsal eşitsizlikler ve iş güvencesizliği gibi konuları ele alırken, yeni sosyal sınıfların ortaya çıkışını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Sosyolojik bakış açısıyla yapılacak derinlemesine çözümlemeler, bu dönüşümün toplumsal eşitsizlikler üzerindeki etkilerini doğru bir şekilde anlamamıza ve daha eşitlikçi bir iş gücü yapısının şekillendirilmesine katkı sağlayabilecektir.

 

Kaynakça

BRAVERMAN, H. (2008). Emek ve Tekelci sermaye (Çev. Ç. Çidamlı). İstanbul: Kalkedon Yayınları.

BURAWOY, M. (1979). Manufacturing Consent: Changes in the Labor Process Under Monopoly Capitalism. Chicago ve Londra: University of Chicago Press.

BURAWOY, M. (2015). Üretim Siyaseti: Kapitalizm ve Sosyalizmde Fabrika Rejimleri (Çev. Ç. Gümüşoluk). Ankara: NotaBene Yayınları.

CASEY, C. (2005). Work, Self and Society: After Industrialism. New York: Routledge.

EDWARDS, R. (1979). Contested Terrain: The Transformation of the Workplace in the Twentieth Century. New York: Basic Books.

GOFFMAN, E. (1974). Frame Analysis: An Essay on the Organization of Experience. Boston: Norhteastern University Press.

GOFFMAN, E. (2014). Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu (Çev. B. Cezar). İstanbul: Metis Yayınları.

GRİNT, K., & Woolgar, S. (1997). The Machine at Work: Technology, Work, and Organization. Oxford: Polity Press.

HOCHSCHİLD, A. R. (2012). The Managed Heart: Commercialization of Human Feeling. Berkeley, Los Angeles & Londra: University of California Press.

HUGHES, E. C. (1993). Sociological Eye: Selected Papers. New Brunswick & Londra: Transaction Publishers.

MARX, K. (2011). 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe (Çev. K. Somer). Ankara: Sol Yayınları.

RİTZER, G. (2011). Toplumun McDonaldlaştırılması: Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme (Çev. Ş. S. Kaya). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

SENNETT, R. (2008). Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri (Çev. B. Yıldırım). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

STANDİNG, G. (2022). Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf (Çev. E. Bulut). İstanbul: İletişim Yayınları.

WEBER, M. (2012). Ekonomi ve Toplum I-II (Çev. L. Boyacı). İstanbul: Yarın Yayınları.

WHYTE, W. H. (2002). The Organization Man. Philadelphia: University of Pennsylvania Press.