Düşünce Dergisi > Dergi |

1980 yılına kadar türk sendikacılığında komünizme bakış

Avrupa’daki işçi ve sendika mücadelelerinin aksine Türk sendikal hayatı, yoğun mücadelelerin olmadığı ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti döneminde 1960-1980 arasında, devlet tarafından daha lütufkâr bir yapıyla inşa edilmiştir.

Türk sendikal hayatı, birbirinden farklı merhalelerden geçerek ilerlemiştir. Avrupa’daki işçi ve sendika mücadelelerinin aksine Türk sendikal hayatı, yoğun mücadelelerin olmadığı ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti döneminde 1960-1980 arasında, devlet tarafından daha lütufkâr bir yapıyla inşa edilmiştir. Ancak sendikacılığın içerik açısından algılanışının kökenleri sosyalizm ve komünizme dayandığı için bu noktada ülkemizde tarihsel süreç içerisinde bir ön yargı ile karşı karşıya kalmıştır. Avrupa sendikal mücadele tarihine bakıldığında özellikle Sanayi Devrimi sonrasında oluşan konjonktür, yoğun toplumsal sorunları ve sefaleti beraberinde getirdiği için işçi ve sendika hareketinde sosyalizm ve komünizm büyük bir popülarite yakalamıştır. İşçi sınıfı büyük bir sefalet ve acı içinde yaşarken Marx’ın sistematiğe döktüğü ve en anlaşılır şekilde “Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok bütün dünyanın işçileri birleşin.” diyerek desteklediği hareket umutsuz ve sefil yığınların sermayeye ve devlete karşı tutunduğu bir umut ışığı olmuştur.

 

Osmanlı İmparatorluğu Dönemine Bakış

Bu durumun yaşandığı dönemlerde ve özellikle 20. yüzyılın başlarında Osmanlı toplumunun kozmopolit yapısına yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Osmanlı’nın bir imparatorluk olmasından mütevellit farklı milletlerin ve coğrafyaların bir arada yaşaması küresel fikir rüzgarlarının da farklı mahiyetlerde tezahür etmesine zemin teşkil etmiştir. Özellikle Balkan coğrafyasında bu yeni ideolojik fikirlerin karşılık bulması, devamında sürecin imparatorluğun ve devletin ekonomisinin başkenti İstanbul’da da duyulmasına neden olmuştur.

Türk sendikal tarihinde komünizme yönelik bakış açılarını oldukça net bir şekilde görebileceğimiz bazı dönemler mevcuttur. Bunlardan ilki II. Meşrutiyet sonrasındaki Tatil-i Eşgal Kanunu’nun ilan edildiği dönemdir. Bir diğeri ise 1960 ihtilali ile ortaya çıkan yeni ve özgürlükçü ortamın sendikalar açısından haklarını elde etme döneminin yaşandığı yıllardır. Sonuncusu ise 1970’lerin sonuna doğru 12 Eylül askeri müdahalesi ile sona erecek anarşi döneminin yaşandığı süreçtir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, Sultan II. Abdülhamit’in uzun saltanatının ardından ilan edilen II. Meşrutiyet ile toplumsal anlamda bir özgürlük fırtınası esmiştir. Ancak bu durumun çok geçmeden tersine döneceği ve Abdülhamid’in itham edildiği istibdadın İttihat ve Terakki eliyle tekerrür edeceği görülmüştür. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi ile idari ve zihnî konjonktürün de değiştiği söylenebilir. Ancak Osmanlı ekonomik yapısının özellikle yabancı tüccarlar üzerinden inşa edildiği ve yabancı devletlerin çeşitli anlaşmalarla (örneğin Baltalimanı Antlaşması) ekonomik imtiyaz kazandığı düşünüldüğünde piyasanın kontrol gücü de devletin elinde olmamıştır. Artan enflasyon ve yetersiz kalan ücretler neticesinde işçiler bir araya gelmiş ve özgürlükçü ortamı da kullanarak yoğun grevler yapmaya başlamışlardır. Bu grevler kontrol edilemez boyutlara geldiği için İttihat ve Terakki yasal bir düzenleme ile sendikal hakları yasaklamış ve sert bir darbe indirmiştir. Burada konumuz ile ilgili olan husus bu yasal düzenlemenin Osmanlı Meclisi’nde görüşülmesinde yaşananlardır. Gündüz Ökçün’ün kitabından detaylı şekilde takip edilebilecek bu meclis görüşmelerinde karşımıza çıkan iki önemli husus vardır. Bunlardan birincisi yukarıda zikredildiği gibi Osmanlı ekonomik pazarının yabancı sermaye üzerinden oluşması bu grevlerin de beraberinde endişe getirmesine neden olmuştur. Zira sayısız grevler neticesinde sürekli kesintiye uğrayan üretim hayatı yabancı menşeili sermaye tarafından kabul edilebilir bulunmamış ve yatırımların çekilmesi tehlikesi Osmanlı idari yöneticilerini büyük bir korkuya itmiştir. Meclis görüşmelerinde milletvekillerinin bu husus üzerinde durduğu görülmüştür. İkinci husus ise doğrudan konumuzla alakalıdır. Patrimonyal bir karakterle zuhur etmiş Osmanlı siyasi ve sosyal yapısı, padişahı bir baba gibi görmüş ve devletin kutsallığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Tarihsel süreç düşünüldüğünde daima Türk millet ve devletinin genel karakteri olarak görülen bu “devlet baba” anlayışı, yaşanan bu grevler ve sendikal eylemler ile kendisini tekrar göstermiştir. Zira komünizmin aile, devlet, din ve toplumsal ilişkiler ile ilgili düşünceleri göz önüne alındığında bu Osmanlı devlet yapısı açısından endişe uyandırıcı olmuştur. Komünizmin sınıf çatışmasını teşvik ettiği ve Komünist Manifesto’da Marx ve Engels’in ifadesiyle tarihin başlı başına bu savaşımın (burjuva proleter) tarihi olduğunu zikretmesi dikkat çeken bir husustur. Gerçekten de bu eserin giriş cümlesinde geçen “Avrupa’ya bir hayalet korku salıyor: Komünizm hayaleti. Papa’sından Çar’ına, Metternich’inden Guizot’suna, Fransız Radikallerinden Alman polislerine, kocamış Avrupa’nın tekmil güç odakları, bu hayaleti dualar ve tütsülerle kovmak için kutsal bir bağlaşmada el ele vermiş bulunuyorlar.ifadesi aslında monarkın ve bu monarkın etrafında oluşmuş güç odaklarının yaşadığı korkunun boşa olmadığını göstermiştir. Osmanlı Mebusan Meclisi’nin devletin bir imparatorluk olmasından mütevellit çok renkli yapısı Tatil-i Eşgal Kanunu görüşmeleri sırasında işte bu farklı görüşlerin de çarpışmasına sahne olmuştur. Her ne kadar bir imparatorluk söz konusu olsa da meşrutiyetin gereği mecliste komünist sosyalist ideolojiye sahip vekillerin de olduğu bilinmektedir. Ancak bu ideolojilere sahip kişilere yönelik gösterilen tepki daha önce yukarıda ifade ettiğimiz iki neden üzerinden ilerlemiştir. Olası şekilde yabancı yatırımcıların, bu sendikal hareketlerden ve arkasındaki komünist devrim tehlikesinden endişelenerek ekonomik pazarı terk etmesi ve patrimonyal devletin, “devletimiz babamızdır” anlayışının zarar görerek sınıfsal yapının tehdit edilmesi. Nihayetinde birbirinden farklı birçok fikrin zikredilmesinden sonra Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarılmış ve Osmanlı’da sendikal hareketlerin alanı oldukça daraltılmıştır. Zira tebaa olarak görülen halk zincirlerinden kurtulmamalı ve babasına saygısızlık yapmamalıdır. Hele ki I. Dünya Savaşı öncesindeki konjonktür düşünüldüğünde imparatorluğu yekvücut hâlde tutmaya ve ayağa kaldırmaya çalışan Osmanlı entelijansiyası ve yöneticileri için komünizm, katiyen kabul edilemeyecek bir ideolojidir.

 

Türkiye Cumhuriyeti Dönemine Bakış

Türk sendikal hayatının komünizme yönelik olumsuz algısının, ilk sınavı burada verilmiş ve süreç burada başlamıştır. Sonrasında yaşanan uzun süreli savaşlar ve çalkantıların ardından kurulan yeni ve genç cumhuriyetin de Tatil-i Eşgal Kanunu’nu devam ettirdiği görülmüştür. Kümülatif tecrübelerin hafızası ve yeni cumhuriyetin devrimlerini korumanın içgüdüsüyle sendikal hareketlere mesafeli duruş, 1960’lı yıllara kadar devam etmiştir. İşçi sınıfı, siyasi partiler tarafından oy potansiyeli olarak görülüp her seçim döneminde sendikal haklarına dair vaatler alsa da nihayetinde somut bir sonuç elde edememiştir.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin ardından 1961 yılında ilan edilen yeni Anayasa’nın 46. Maddesi’nde sendikal hakların tevdi edilmesi ve 47. Maddesi’nde de bu haklara ilişkin hususi kanunların düzenleneceği ifadesi işçi sınıfında büyük bir heyecan yaratmıştır. 27 Mayıs sonrasındaki özgürlükçü havanın da etkisiyle işçiler anayasada yer alan haklarının somut olarak hususi kanunlarla düzenlenmesi için harekete geçmişlerdir. 1963 yılında 274 ve 275 Sayılı Kanun adıyla çıkacak olan kanunların hazırlanma süreci, sürüncemeli bir şekilde ilerleyince işçiler anayasaya ve genel konjonktüre güvenerek 1961 yılının son günü Saraçhane’de bir miting düzenlemişlerdir. Saraçhane Mitingi, doğrudan siyasal iktidara yönelik ve siyasal taleplerin dile getirildiği bir miting olmuştur. İşçiler ve sendika yöneticileri bu mitingde yıllardır bekledikleri sendikal haklarının artık lafta kalmamasını ve anayasada işaret edilen kanunların ivedilikle çıkarılmasını talep etmişlerdir. Ancak burada dikkat çeken husus grev sırasında işçilerin sloganları, taşıdıkları pankartları ve grevin gazetelere yansıma şeklidir. Zira dikkatle incelendiğinde Türk sendikal hareketine yönelik komünizm algısının kümülatif bir arka plana sahip olduğu görülür. Cumhuriyet Gazetesi, mitingi sayfalarına “Türk işçisi olgunluk imtihanını başarı ile verdi ve endişeleri haksız çıkardı.” ifadesi ile taşımıştır. Tercüman Gazetesi’nin de benzer bir dil kullanması toplumun sendikal bir eylem ile ilgili olumsuz beklentilerini ya da gerginliği ortaya koyar niteliktedir. Komünizme yönelik bu algıda hiç şüphesiz Soğuk Savaş döneminin en yoğun yıllarının yaşanması ve Türkiye-ABD ilişkilerinin genel yapısı da etkili olmuştur.

İfade edilen bu Soğuk Savaş konjonktürünün yansımaları, toplumsal düzeyde de tezahür etmiş ve komünizm dinsizlik ve ahlaksızlık olarak nitelendirilmiştir. 1950’li yıllarda çeşitli Komünizmi Tel’in Mitingleri gerçekleştirilmiştir. Sol ideolojinin komünizm ile bağdaştırılması ve sendikal mücadelenin, hak aramanın da bu sol tandans üzerinden yürütülmesi nihayetinde sendikal hareketin komünizm endişesi ile anılmasına neden olmuştur. Özellikle 15-16 Haziran 1970 tarihinde yaşanan olaylar sonrasında radikalleşen Türk sendikal hareketi, 12 Mart muhtırasından sonra 1970’li yıllarda hep yüksek tansiyon içerisinde ilerlemiştir. Özellikle DİSK’in 1960’lı yılların sonunda kurulmasıyla çeşitlenen sendikal hareket, ideolojik bölünmeleri de yaşamaya başlamıştır. Ancak 1970’li yılların siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı toplumsal buhranı da beraberinde getirmiştir. 15-16 Haziran olaylarında ortaya çıkan toplumsal karışıklık ile birlikte sendikal hareket gerek sağ ideolojiye sahip hükûmet ve partilerin ve gerekse de askeri sınıfın gözünde tabiri caizse radara girmiştir. Gazete manşetlerinde sendikaların, eylemlerinde kızıl devrim provaları yaptığı şeklinde başlıklar görülmüştür. Bu noktada, dikkat edildiğinde özellikle 1980 yılına giden süreçte toplumun sinir uçlarıyla oynama amacı güdüldüğü de görülmektedir. 12 Eylül sürecinde şartların olgunlaşabilmesi için kullanılan aktörlerden biri de hiç şüphesiz sendikalar olmuştur. Ancak sendikalar da bu duruma fırsat tanımıştır. Ekonomik amaçlar, işçi hakları gibi güdülerle grev ya da direniş yapan sendikaların eylemlerinde dönemin sağ görüşlü koalisyon iktidarı Milliyetçi cepheye yönelik “Milliyetçi Cepheyi Yıkacağız!” gibi pankart açması ve sloganlar atması da bu fırsatlara örnek verilebilir. Bunun yanı sıra DİSK’in ciddi boyutlara ulaşan grev sayısı ve grev karakteri de gerek devlet makamlarınca ve gerekse toplum nezdinde tansiyonu artırmıştır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, askerin dış düşmanlarla uğraşması gereken yerde içteki bu düşmanlarla uğraştığına yönelik beyanlar vermiştir. 1 Mayıs 1977 tarihinde yaşanan Kanlı 1 Mayıs hadisesi özellikle 1980’e giden yolda önemli kırılma noktalarından biri olmuştur. Nihayetinde tüm bu anarşi içerikli eylemler ve gösteriler, tarihsel süreç boyunca komünizme mesafeli olan Türk toplumunun gözünde gerek sendikacılığa ve gerekse komünizme yönelik bakış açısını daha da olumsuz etkilemiştir.

Sonuç olarak Türk sendikacılığının komünizm ile olan ilişkisi ve algısı, tarihsel bir arka plana ve millet karakterine dayanmaktadır. Tarih boyunca devlet tarafından hakları verilen millet, devleti kutsal bir yere koymuş kimi zaman bir babalık rolü kimi zamansa bir uluhiyet tevdi etmiştir. Dolayısıyla devletin kendisini ve toplumsal alandaki yerini tehdit eden içeriğe sahip olan her ideolojiye karşı olumsuz bir algı ortaya çıkmıştır. Bu noktada bu algının sebepleri kimi zaman ekonomik kimi zaman sosyolojik kimi zaman da siyasi kökenli olmuştur. Örneğin Tatil-i Eşgal Kanunu döneminde hem ekonomik hem de siyasi sebepler ön plandayken Türkiye Cumhuriyeti döneminde SSCB tehlikesinin baskınlığı nedeniyle başta siyasi çerçevede şekillenen sebepler, özellikle 1950 sonrasındaki süreçte Türkiye-ABD ilişkileri düşünüldüğünde ekonomik bir yapı da kazanmıştır. Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlama konusundaki diplomatik dengeci tavrı Soğuk Savaş yıllarında da devam ettiği için bu durum gerek devletin ortaklıklarına ve gerekse ülke içi ideolojik renkliliğe de yansımıştır.  Bu noktada unutulmaması gereken husus komünizmin Türk millet ve devlet geçmişiyle herhangi bir uygunluğunun bulunmayışıdır. Din, aile, devlet gibi kavramların Türk milleti nazarında ne denli kutsal olduğu düşünülürse komünizmin karşılık bulmayışı ve ilişkilendirildiği her başlığı da olumsuz hâle getirdiği bir muhakkaktır. 1960’lı yılların başında dört koldan desteklenen sendikal hareketin özellikle 1970-1980 arasında ciddi tepki görmesinin sebebi bununla açıklanabilir. Sadece sendikal hayat üzerinden değil, genel manada komünizme yönelik tepkiler öyle boyutlara ulaşmıştır ki 1970’lerde ülkenin birçok yerinde ülkücü komando kampları oluşturulmuş ve bu kamplarda eğitim alan gençlerin komünizme ve komünistlere karşı mücadele edecekleri ifade edilmiştir. Devletin resmî gücünün dışında bu tarz hazırlıkların ve oluşumların gerçekleştirilmesi durumun ve algının ne denli ciddi olduğunun bir başka göstergesidir. Tüm bu başlıklar üzerinden değerlendirildiğinde Türk sendikal hayatının felsefi ve aksiyon olarak tam anlamıyla gelişememesinin sebeplerinden birinin komünizm olduğu ifade edilebilir. Tarihsel bir devamlılık arz eden bu endişe hem iç hem de dış gelişmelerden etkilenmiş ve giderek büyümüştür. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile birlikte Türk sendikal hareketi devlet eli üzerinden yasal düzenlemeler ve yasaklarla elimine edilmiş sol ve komünist ideoloji rüzgarları dindirilmiş ve pasifize edilmiştir. Bunun ardında yatan en büyük neden de neoliberalizmin ortaya çıkma ve serpilme sürecidir. Neoliberalizmin bu sürece etkisi ise bir başka yazının konusudur.