Okuyucuların çoğu, “kendi hukukumuzu bıraktık, Batı’nın hukukunu aldık” gibi cümlelerle başlayan analizlere aşinadır: Oralarda bir yerlerde, mevcut kokuşmuş ve yabancı düzenin yerine bir çırpıda ikame edebileceğimiz; hazır, özgün ve muhteşem bir alternatif düzen vardır. Ne var ki birileri, o düzenin tekrar kurulmasına müsaade etmiyordur. O düzenin tekrar kurulacağı güne kadar yapılması gereken, mevcut kokuşmuş ve yabancı düzenin boşluklarından azamî ölçüde istifade ederek, bizi (?) ve bizden olanları (?) güçlendirmektir. Yaklaşık üç asırdır -haklı olarak- biriktirdiğimiz antiemperyalist öfkeye ve hemen hemen bütün insan topluluklarında gözlenen özgünlük (farklı olma, özel olma) arzusuna hitap eden bu söylem, muhtelif tonlarıyla, bilhassa kendisini siyasî yelpazenin sağında konumlandıran (muhafazakâr ve/veya dindar olarak nitelendirilen) çevrelerde son derece geniş karşılık bulmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrından Cumhuriyet’in ilk on yıllarına uzanan zaman aralığı boyunca, Avrupa ülkelerinde yapılmış birçok kanunun, tercüme edilerek Türkiye’de yürürlüğe konulduğu bir vakıadır. Peki, literatürde iktibas / resepsiyon adı verilen söz konusu vakıa, yukarıda örneklendirilen ve ülkemizde hukuka riayet kültürünün oluşmasını engelleyen söylemi bütünüyle haklı kılmaya yeter mi? Bir hukuk sisteminin millî olması ne anlama gelir? Hukukun millîliği ile özgünlüğü arasında nasıl bir ilişki vardır? Tamamen veya büyük ölçüde özgün bir hukuk yaratmak mümkün müdür? Yüzüncü yaşında Cumhuriyet, hukukun millîliği açısından hangi noktadadır?
cumhuriyet’in yüzüncü yılında hukukun millîliği sorunu
Hür ve eşit fertlerden müteşekkil ve egemen bir milletin (nation) mevcudiyeti, hukukta millîliğin ön şartıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrı boyunca girişilen reformlar ve sırasıyla takip edilen üç tarz-ı siyaset (Osmanlıcılık-İslâmcılık-Türkçülük), kompartımanlar hâlinde yaşayan tebaayı, kendi hayatına bizzat yön verecek bir millete dönüştürmeyi hedeflemiştir.
Paylaş
Etiketler »