Düşünce Dergisi’nin bundan önceki sayıları entelektüel, para, devlet, ahlâk, dil, göç ve kent gibi muhtelif meseleler üzerineydi. İlk defa dergiyi bir kişi için özel sayı şeklinde çıkarıyoruz ve elbette bu kişi de şimdiye kadar çalışmalarımızda bize ilham verici olan önemli düşünürlerden biri; Erol Güngör’dür. Erol Güngör’ün bizim için önemi bilhassa şu veya bu konunun uzmanı olmasından değil bilakis bu ülkenin meselelerini kendisine mesele edinmesinden ve bunlar üzerine geliştirdiği fikirleriyle bize yol göstermesinden gelmektedir.
Erol Güngör 1974 yılında Hilmi Ziya Ülken’in vefatının ardından Ortadoğu gazetesinde “Hilmi Ziya Ülken İçin” başlığıyla bir yazı neşretmiş ve bu yazıda Edebiyat Fakültesi’nden talebesi olduğu hocasını, o gün otuz beş yaşın üzerinde olan ve sosyal bilimlerle uğraşan herkesin istifade ettiği bir hoca ve ‘hasbî tefekkür devrinin’ son temsilcisi olarak selamlamıştır. Oysa Cemil Meriç bu yazısı sebebiyle hem Erol Güngör’ü eleştirmiş hem de bu vesileyle Hilmi Ziya’ya dair son derece sert fikrî hücumlarda bulunmuştur. Meriç’e göre dinimiz ölülerimizi hayırla yâd etmemizi öğütlese de bizden olan, bizimle aynı mukaddesata inanıp, aynı kavgada taraf olanları kastetmektedir. O, Hilmi Ziya’nın hasbî tefekkürünü düpedüz kavgadan kaçmak, yalanların devamını sağlamak olarak görüyordu. İçinde yaşadığı çağın yakıcı gerçeklerine ilgisiz, kucağında yaşadığı topluma karşı vazifelerini yerine getirmeyen bir düşünce biçimi olarak hücum ediyordu ona.
Oysa Erol Güngör için hasbî tefekkür belli bir hükümete veya güç odağına kapılanmamak, şu veya bu idarenin doktrincisi olmamak demekti. ‘Eğitim yerine diploma, teori yerine reçete, kitap yerine broşür’ isteyenlere hitap eden bir kafa değildi Hilmi Ziya. 1960’lı ve 70’li yıllarda ise politik aksiyon, propaganda, siyasal şiddet ve anarşinin kol gezdiği bir Türkiye’de hasbî düşünce değil olsa olsa içi fanatizmle dolu dogmatik doktrin kitapları makbuldü; tıpkı Türk solunun o dönem başucu kitabı haline getirdiği Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri” gibi. Bu ve buna benzer doktriner kitaplarla ve teorilerle Türk tarihine, toplumuna ve kültürüne dair abesle iştigalden başka pek bir anlam ifade etmeyen açıklamalar getirildi.
Ancak Güngör, Cemil Meriç’in anladığı ve olumsuz manalar yüklediği anlamda bir hasbî tefekkürün değil hem kucağında yaşadığı cemiyete karşı mesuliyetlerinin farkında olan ve bunları yerine getiren, hem de siyasi güce veya doktrinlere teslim olmayan tefekkürün temsilcisiydi; hem hasbî hem de hür bir tefekkür. Anlamını kendisinin yeni baştan inşa ve temsil ettiği bir hasbîlik ve hürriyet. Evet, ‘fikir daima açıklık, serbestlik ve genişlik ister’ diyen Güngör kendi döneminde yaygın vülger-marksist şablonlara dayalı söz konusu düşüncelerin karşısında herhangi bir teorik şablona saplanıp kalmayan özgür düşünce biçimini savundu.
O, aynı zamanda hasbî tefekkürle kavgayı bir arada götürebilen ender düşünce adamlarından biriydi. Hem günlük politik endişelerin şekillendirdiği bir kafa yapısına değil berrak bir zihin yapısına sahipti, hem de kavganın tam ortasında bir merd-i meydandı. O ilk bakışta akademidekilerden biri gibi görünse de ne sadece akademinin sınırları içine hapsoldu ne de araftakiler ve mağaradakilerden biri olarak kaldı. İçinde yaşadığı toplumun, tarihin ve diğer şartların hür tefekküre pek müsait olmadığı zaman ve zeminlerde bile fikrin kendisinden istediği bir açıklıkta, genişlikte ve serbestlikte bir yerde, yani meydanda durdu. Düşünce Dergisi olarak hür tefekkürün bozkırı dediğimiz yerdi aynı zamanda bu meydan.
Bir bilim adamı ve mütefekkir olarak onun eksikleri, hataları ve bugün geriye doğru bakıldığında eleştirel bir gözle bakılarak okunması gereken yönleri vardı. Ne mutlu ki bu sayıda Güngör’ün tarih, İslâm ve tasavvuf alanındaki eserlerine dair eleştirel okumalar içeren yazılar bulunmaktadır. Zira biz bu sayıyı bir armağan ve hatıra sayısı olarak değil, Güngör’ün fikirlerini ve dikkatlerini temel alıp çağımızın meselelerine Erol Güngör’ün titizliğiyle bakan yaklaşımları gündeme taşımak için çıkarıyoruz. Ancak adaletli olmak adına şunu da belirtmek zorundayım ki, günümüzde ‘Ben fıkıh uzmanıyım, kelâmdan, tasavvuftan bana ne’ diyen ilahiyat profesörlerinin, tarihi ve toplumsal meseleleri gündelik siyasî fantezilerine ve belli bir ideolojik kalıba hizmet etmek için kullanan tarih veya sosyoloji profesörlerinin ekranlarda her gün boy gösterdiği gibi, sorumluluk sahibi aydın olmayı sadece belli bir gruba yakın düşünce kuruluşlarında yer alıp nabza göre görüş belirtmek ve her devrin ‘kamusal entelektüel’i olmak gibi anlamamıştı. O, bu ülkenin meselelerini hem ‘ekranları başındaki seyirciler’in anlayıp takdir edebileceği düzeyde hem de hiçbir güç ya da ideoloji odağına minnet etmeden izah etmişti. Bazen kısmî hatalar yapmak pahasına, doğrudan uzmanlık alanı olmayan diğer sahalarda da eser vermeyi millet hayatının geçmişine, bugününe ve geleceğine dair tefekkür etme sorumluluğunun bir parçası olarak gören biriydi. Uzman körleşmesiyle malûl, akademinin duvarları arasında kalmış ve sadece somut (!) bulgularla ya da soyut teoriyle (!) eser veren anlayışı aşmasının temelinde yatan en önemli sebep buydu belki de.
Bundan otuz beş yıl önce hem dünyada hem de ülkemizde çok önemli bazı yeni gelişmelerin olduğunu görmeden dünya hayatına veda eden Erol Güngör, belki kurulmakta olan yeni dünyayı göremedi ancak geride kalan bizlere nasıl bir dünyada ve nasıl bir ülkede yaşadığımıza dair üzerinde düşünmemiz gereken hususları işaret etti. Bugün ‘uyku ile uyanıklık arasındaki’ İslâm dünyasının meselelerini, küreselleşme ve millî kültür bahsini, ulus-devletin geleceği ve etnisite problemlerinin sonuçlarını, kültür değişmeleri karşısında ahlâk nizamının dönüşümü meselesini ve bunun gibi ülkemiz için birçok anahtar problemi fikir camiasının dikkatlerine sundu.
Netice itibariyle, biz Tevfik Fikret’in Nef’î için ve Erol Güngör’ün Hilmi Ziya için söylediğini onun için söylemiyoruz. Ona ‘bir başka zemin, başka bir zaman’ lazım değildi, tam da yaşadığı zemin ve yaşadığı zamandı lazım olan. Zira o ‘her şey ben yaşarken oldu’ diyerek bu şuurla kavganın ortasında bulunan biri olarak yaşadı. Ne mutlu ki bugün sadece otuz beş yaşın üzerinde olanlar değil daha genç nesiller de Erol Güngör’ü “tanıyorlar”. En azından bu tanışıklık bile hem lise ve üniversite öğrencisi seviyesindeki gençliğe hem de bunlar arasından ileride sosyal bilimlerle uğraşması muhtemel kişilere çok şey kazandırabilir. Yine ne mutlu ki biz şimdi onu sadece bir kesimin, bir ideolojinin, bir siyasetin bayraktarı olarak değil Türkiye’nin meselelerinin mütefekkiri olarak takdim edebiliyoruz. Ruhu şâd olsun!