Düşünce Dergisi > Dergi |

sağlık hakkı bağlamında çevre hakkı üzerine düşünceler

sağlık hakkı bağlamında çevre hakkı üzerine düşünceler

Hak bilinci olarak ifade edilen husus hem bireyler hem de kamusal otoriteler için sadece hakka riayet etme bilinci olarak anlaşılmamalıdır.

Paylaş
Dosyayı İndir

Giriş

Hak bilinci olarak ifade edilen husus hem bireyler hem de kamusal otoriteler için sadece hakka riayet etme bilinci olarak anlaşılmamalıdır. Esasında hak bilincinin en dinamik ve tabana yayılmış görünümü, sorgulamalar ve ideallerin harmanlanmasıyla hakkın devamlı olarak geliştirilmesi, bu sayede hak ve özgürlüklere bir yaşam dinamizmi sağlanmasıdır. Bu perspektifle bakıldığında hak bilinci ile anlatılmak istenen şeyin toplumun her kesiminde karşılık bulan bir aktivizm içerdiği, bu sayede de kesintisiz bir gelişim sürecinin temel araçlarından biri olduğu anlaşılabilecektir. Hak ve özgürlüklerin anlamlarının devamlı incelenmesi ve uyarlanması ile kelimelerin anlamları değişmekte ve gelişen insan zihniyle birlikte yaşam kalitesi artmaktadır.

Zamanın ruhu kelimelere farklı anlamlar yüklemektedir. Kelimeler, rastgele bir ömür için maddeye veya vakıaya sonradan yüklenmiş anlamlar iken herhangi bir başka ömür için anlamdan üretilen yeni bir deyiş olabilir. Çağrıştırdıkları itibariyle insan ömründe yeni kapılar açan, yeni olaylara sebebiyet veren bir yaratıcı güç olarak kelimeler; anlamın üretilmesi, çoğaltılması ve elbette hayata geçirilmesi için başat bir roldedir. Hukuk düzeni için ise kelime ile kastettiğimiz şey çoğu kez bir hakkın veya yasağın ifadesidir. Terminolojik olarak hukukta yer bulmayan bir kelime veya vakıanın hukuk sistemi ile herhangi bir teması yok demektir, ta ki hukukun alanına intikal edene dek...  Kelimenin hukuk düzeni ile teması ile bir hak veya yasak doğar. Bu şekilde artık kelime, hukuk düzenince tanınmıştır.

Hakkın normatif olarak ve diğer meşru otoriteler tarafından fiilen tanınması için çok kez uğruna mücadele edilmesi, hak karşıtı veya hak bilincinden muaf otoritelerle savaşılması, bedeller ödenmesi gerekmiştir. Hayatın olağan akışında ve mevcut devlet sistemlerinin ortak yaklaşımında, insanın doğuştan birtakım haklara sahip olduğu düşüncesinin hâkim olduğu sistemlerde dahi, hakkın gerçekleştirilebilmesi yani hakların hayata geçirilmesi için hakkı ileri sürmek, hakkın uygulamasını talep etmek gerektir. Bu itibarla, hak beklentisi ile tanınmış haklar arasında bir bağlantı kurabilmek için hakkın anlamlarının mütemadiyen tartışılması, sorgulanması ve güncellenmesi gerekmiştir. Felsefi anlamıyla tanınmış insan hakkı, insan hakkını tanımlayan kelimelerin yarattığı bir bilinç düzeyinin devletin tüm kişi, kurum ve kuruluşlarınca benimsendiğinin ifadesidir. Bu kabul ve sorgulamalar sonucu yeni hakların tanınması yahut tanınmış hakların anlamlarının değişmesi söz konusu olmuştur. Bu bağlamda örneğin yaşam hakkı iptidai anlamıyla neredeyse yaşamla ölüm arasındaki çizgiyi açıklarken, gelinen aşamada pek çok hakkı içinde barındıran bir kavramsal derinlik kazanmıştır.

Kavramın anlam derinliği veya sığlığı, yaşamla ve üzerinde yaşanılan dünyayla olan ilişki ve iletişimimizin düzeyini, yoğunluğunu belirler. “...Benim için yeryüzü temiz ve namaz kılmaya uygun kılınmıştır.” (Müslim, Mesâcid, 5); “Birinizin elinde bir hurma fidanı varken kıyamet kopuyor olsa bile derhâl onu diksin!” (İbn Hanbel, III, 184) sözlerini vasiyet eden bir peygamberin ümmeti olarak yahut sadece yaşamayı seven bir kimse olarak, yeryüzü ile ilişkimizin sorgulanması ve terbiyesi gerektir. Zulmü yasaklamayan bir inanç veya düşünce sistemi olmasa gerektir. Zulüm karşıtı herhangi bir değer sistemine mensup herkesin; ölümüyle dünyanın yorgunluğundan ve sıkıntılarından rahatlayıp Allah’ın rahmetine kavuşan olmakla, ölümüyle insanları, şehirleri, ağaçları ve hayvanları kendi şerrinden kurtaran kimse olmak arasında tercih yapmak gibi temel bir meselesi olduğu varsayılabilir. Yeryüzü ve üzerindekilerle iletişimi kesen ya da seçtiği iletişim türünün sorgulanmasını reddeden kimse, kendi nefsinin isteklerine odaklanmış demektir ve hem kendi nefsine hem de diğer nefislere zulmediyordur. Bu zulmü tanımlamak, ortaya çıkarmak ve engellemek bireysel inançların ötesinde vicdanın ve hukukun bir gereğidir.

Çevre hakkı, hakların tanınması sürecinde modern teoriler arasında olsa da konu itibariyle yaşama ev sahipliği yapan tüm unsurları içine alan bir kavram olarak kadim anlamları haizdir. Vatandaşlar ve devlet tüzel kişiliği tüm unsurları ile çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gerekli önlemleri almakla ve bununla ilgili yasaklara riayet etmekle yükümlüdür. Çalışmamızda vatandaşların ve devletin bu tip pozitif ve negatif yükümlülüklerini incelerken, sağlık hakkı ile çevre hakkının birlikte yorumlanabileceği alanları tespit etmeye çalıştık. Bu çerçevede sağlık hakkı ve çevre hakkının tarihsel yolculuğunun son durağında, kalkınma teorilerine de değinerek öz durum değerlendirme anlamına gelebilecek muhakeme biçimlerini denedik.

 

Sağlık Hakkının Kapsamı

Sağlık, insan hayatına değer katan özgürlük ve eğitim gibi temel değerler arasında yer almaktadır. Bir temel hak olarak sağlık hakkının özünde yaşama hakkı yer alır. Yaşama hakkının varlık nedeni, insanı doğal olmayan ölüme karşı korumaktır. Yaşama hakkı, esas itibarıyla yaşamın sürdürülmesini güvence altına alır. Yaşamın kalitesiyle ilgili olaylar ise “yaşama hakkı” bakımından değil, diğer haklarla ve daha çok “özel yaşama saygı hakkı” bakımından bir sorun doğurabilir (AİHM, Pretty v. Birleşik Krallık, 2346/02, 29.04.2002, §65). Sağlık hakkı da içinde barındırdığı talep hakkı ve özerklik haklarıyla, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı bağlamında incelenir. Anayasa madde 17/I’de güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı, AİHS madde 8’de düzenlenen özel hayatın korunması hakkının karşılığı olarak kabul edilmektedir. AİHS’de vücut bütünlüğünü açıkça koruyan bir hüküm bulunmaması nedeniyle, kişinin kendi bedeni üzerindeki karar hakkının özel hayatın ayrılmaz bir parçası olduğu kabul edilmektedir. Bu değerlendirme kapsamında korunan hukuki değer, kişinin maddi ve manevi bütünlüğüdür.

Yürürlükteki 1982 tarihli Anayasamızın 17. maddesi, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını herkes için tanımıştır. Başlangıç hükümlerinde de tekrarlanan bu hak, Anayasamızın başlangıç hükümlerindeki ifadesi ile doğuştan her Türk vatandaşının sahip olduğu, insan onuru ile ilişkilendirilmiş bir haktır. 

Sağlık hakkının kapsamının çizilmesi için öncelikle sağlığın ne anlama geldiği üzerine düşünerek bir çerçeve belirlemek gerektir. 61 ülke tarafından 22 Temmuz 1946 tarihinde tanınmış Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’na göre sağlıklı olma hâli sadece hastalığın olmaması anlamına gelmeyip fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak tam bir iyilik hâlidir. Ulaşılabilecek en yüksek sağlık standardına sahip olmak, ırk, din, siyasi düşünce, ekonomik veya sosyal durum nazara alınmaksızın her insanın hakkıdır. Sağlığın sadece biyolojik (fiziksel) sağlık anlamı ile sınırlı kalmayıp ruhsal ve sosyal iyilik hâlini de kapsaması dikkat çekicidir. Bu anlamda bilinen anlamıyla sağlık hizmetlerine erişiyor olmak tek başına sağlık hakkının tüm anlamlarıyla gerçekleştirildiği anlamına gelmeyecektir. Sağlık hakkı bağlamında, kişiyi etkileyen tüm maddi ve manevi unsurların kişinin bu haktan yararlanma düzeyine etki edeceği sonucuna ulaşmak güç değildir. Bu kapsamda sosyal düzensizlik ve kuralsızlık, denetimsizliğin yol açtığı kaos, haksızlık, keyfîlik, gürültü, hava kirliliği gibi çok çeşitli sebeplerle ortaya çıkan sorunların sağlık hakkının geniş anlamı kapsamında değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir.

Öte yandan sağlık, uzun vadeli ekonomik büyüme ve kalkınmanın kritik bir girdisidir. Yapılan çalışmalarda, sağlık ve ekonomik kalkınmanın karşılıklı ilişki içinde olduğu vurgulanmıştır. Toplumun sağlık seviyesinin düşük olması ekonomik kalkınmayı etkilemekte ve ekonomik olarak olumsuz duruma düşen toplumların da sağlık sorunları artacağı ortaya çıkmıştır. Örneğin, doğumda beklenen yaşam süresindeki %10’luk bir artış, ekonomik büyümede yıllık yaklaşık 0,3-0,4’lük bir artış sağlamaktadır (WHO, 2001). Yine Afrika’da sıtma hastalığının olması, ekonomik büyümeyi %1’den fazla azalttığı ortaya konmuştur. Farklı bir çalışmada, sağlık düzeyinin düşük olması emek verimliliğini ve ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Özetle, sağlıklı ve iyi beslenen bireylerden oluşan bir toplumun, sağlıksız beslenen ve ölüm-hastalık oranları yüksek olan toplumlara göre üretim ve katma değer oluşturması daha yüksek olacaktır.

 

Çevre Hakkının Kapsamı ve Normatif Özellikleri

Genel bir tanımla çevre, “insan faaliyetleri ve canlı varlıklar üzerinde hemen yahut da zaman içinde dolaylı veya dolaysız bir etkide bulunabilecek fiziksel, kimyasal, biyolojik ve toplumsal etkenlerin belirli bir zamandaki toplamı”na işaret etmektedir. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun ikinci maddesi “çevre”yi, canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam olarak tanımlanmıştır. Aynı maddeye göre çevrenin korunmasından anlaşılması gereken; çevresel değerlerin ve ekolojik dengenin tahribini, bozulmasını ve yok olmasını önlemeye, mevcut bozulmaları gidermeye, çevreyi iyileştirmeye ve geliştirmeye, çevre kirliliğini önlemeye yönelik çalışmaların bütünüdür. Devamında çevre kirliliği; çevrede meydana gelen ve canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuz etki olarak tanımlanmıştır.

2872 sayılı Çevre Kanunu’nun tanımlarına baktığımızda, düzenleniş biçimi itibariyle çevre kavramının ekolojik anlamı ile yetinilmediği, çevreye dâhil edilen unsurları da kapsayacak şekilde canlıların sağlığı ve çevresel değer ibarelerinin anlam zenginliklerinden yararlanıldığı görülecektir. Kanun’un çevresel değer kavramına yer vermesi, çevre kavramına ekolojik denklemden ötede bir üst anlam getirmiştir ve böylelikle Kanun, modern anlamda çevre anlayışı ile uyumlu bir normatiflik kazanmıştır. Esasında Kanun’un ekolojik çevre yaklaşımı da sığ değildir. Tanımların yer aldığı ikinci maddede ekolojik denge kapsamında insan ve diğer canlıların varlık ve gelişmelerini doğal yapılarına uygun bir şekilde sürdürebilmeleri için gerekli olan şartlar Kanun kapsamında koruma altındadır. Bu kapsamda ekolojik denge düzlemindeki değerlendirmede dahi canlıların varlık ve gelişimleri kapsamında sadece hayatta kalmayı değil gelişimi de baz alması itibariyle indirgenmiş çevre anlamlarının ötesinde bir anlayış vardır. Bu kapsamda ekolojik denge veya özellikle de çevresel değer ekseninde düşünmek; sosyal, ekonomik ve kültürel ortamların kalitesi ile çevrenin kalitesinin aynı kefede değerlendirilebileceği geniş bir sorgulama ve hak iddia etme alanı meydana getirir.

Yaşanılan yerin sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarının çevresel değer olduğu gözetildiğinde her üç alandaki kronik problemlerin oluşturduğu çevre bütünlüğü, anayasa ve kanunun tanımladığı anlamda sağlıklı bir çevre olarak kabul edilemeyecektir. Örnek olsun; akşamları kadınların sokakta korkarak yürüdüğü, gündüzleri çocukların çocuk parklarında tek bırakılamadığı, yaşlıların trafikte ötelendiği, dezavantajlı grupların hayatlarını kolaylaştıracak düzenlemelerin en temel yaşam alanlarında yapılmadığı, kişilerin alım gücünün ekonomik standartlar altında kaldığı, yaşanabilir konut sıkıntısı yaşandığı, seyahat, çalışma ve dinlenme hürriyetinin doğrudan veya dolaylı sebeplerle sınırlandığı ve daha pek çok eksiklik ve hata ile şiddetin çeşitli türlerinin toplumu sarıp yaşamın kalbinde attığı bir  toplumsal yaşama düzeninin sağlıklı bir çevreye dayandığı söylenemeyecektir. Tüm bu unsurlar insanı, tasnifi fark etmeksizin tüm toplum üyelerini sarmakta, inşa ettiği yaşam çemberi ile yaşam kalitesini ve toplumsal yaşama düzeninin tanıdığı insanlık onuru düzeyini tanımlayacak gücüyle çevre hakkının konusunu teşkil eder. Çevre hakkı ve sağlık hakkının geniş anlamlarının ortak kümesi işte bu bakış açısında saklıdır. 

Çevreye ilişkin hedefler arasındaki sürdürülebilirlik kriteri, çevre hakkına diğer haklardan öte bir boyut kazandırmıştır. Kanun, gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fiziki vb.) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi sürecini sürdürülebilir çevre olarak tanımlamıştır. Sürdürülebilirlik kriteri, hakkın korunmasında hukuki menfaati olan kimseler bakımından diğer pek çok temel hakta görünür olmayan bir genişliği, çevre hakkına vermiştir. Bu kriter sebebiyle hakkın süjesi sadece bir insan teki değil, sadece bir toplum değil, bunlara ek olarak gelecek toplum üyelerini ifade eden gelecek kuşaklardır. Haklar arasında bir hiyerarşi tanıdığımız anlamına gelmemekle birlikte bu özellik, çevre hakkının ve çevrenin korunmasına ilişkin politikaların değerini ayrı bir yere koymaktadır.

Çevre hakkının eksiksiz kullanılabilmesi, çevreyi etkileyebilecek kararların alınması sürecine herkesin katılımının sağlanması ile gerçekleşebilir. Halkın bu katılımı gerçekleştirebilmesi için de çevre konularında iyi bilgilendirilmesi, idari bilgi, rapor ve belgelere ulaşabilmesi gerekir. Bu nedenle bilgiye erişim, günümüzde çevre hakkının ayrılmaz parçası olarak nitelendirilmektedir. Uluslararası gelişim böyle bir katılımı gerçekleştirmek üzere; 25.6.1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus kentinde “Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Vermeye Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi”ni imzaya açmıştır. Sözleşmenin amacı, herkesin sağlığı ve iyiliği bakımından yeterli çevrede yaşama hakkını korumaya yardımcı olmak için, devletlerin, halkın (kamunun) çevreyle ilgili bilgilere ulaşma hakkını ve sözleşme uyarınca çevreyi ilgilendiren konularda karar alma mekanizmasına etkin biçimde atılma ve yargı yoluna başvurma hakkını güvence altına almaktır. Bütün bu gelişmeler, çevre hakkını diğer bütün insan haklarının önüne geçirmiş ve çevre koruma isteğini de önemli bir politik tercih durumuna getirmiştir. Ancak bu tercihin kullanılması henüz küresel yoğunluk kazanmamıştır.

1970’li yıllardan başlayarak çevre sorunları ile tanışan ülkemizde anayasal düzenleme boyutundaki ilk ve en önemli adım, 1982 yılında Anayasamıza “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” bölümünde 56. madde ile çevre hakkı konularak atılmış ve çevre hakkı hukukumuza girmiş; anayasal kurum olarak da “çevre koruma” kavramı gelişmeye başlamıştır. “1961 Anayasası çevre hakkıyla ilgili doğrudan bir düzenleme getirmemiş, ‘Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbi bakım görmesini sağlamakla ödevlidir.’ hükmünü ve sağlık hakkını içeren 49. madde çevre korumasını da kapsayacak şekilde yorumlanmıştır”.

Çevre koruma bireyler için olumlu edim yükümlülüğün, devlet için pozitif yükümlülüğün ifadesidir. Olumlu edim, kaçınma davranışı olabileceği gibi belirli bir hedefe yönelmiş somut davranışların da ifadesi olabilir. Örneğin kişilerin sokağa çöp atmamaları, sigortasız işçi çalıştırmamaları, diğer kişileri rahatsız edecek şekilde müzik açmamaları, düğünlerde silah atmamaları, sokakta bağırarak küfürlü konuşmamaları, toplu taşımada tartışma ve sataşmadan kaçınmaları olumlu hedeflere yönelmiş kaçınma edimleridir. Benzer şekilde bireylerin ayrıştırılmış geri dönüşüm kutularıyla uyumlu şekilde çöp organize etmeleri, müzik ruhsatı bulunan işletmelerin kendilerine bildirilen kurallara uygun olarak müzik yayını yapmaları, insanların toplu taşımada alçak sesle sohbet etmeleri, yabancı uyruklu veya kültürel olarak açık bir şekilde farklı kimseleri kabul edici hoşgörülü bir tutum sergilemeleri  ve çeşitli ortak alanlarda öncelikli gruplara teklifsiz şekilde öncelik vermeleri, sokağın düzen ve huzurunu bozan herhangi bir hususu önlemeye çalışmaları veya yetkili kurum ve kuruluşlara usulüne uygun olarak bildirmeleri belirli bir hedefe yönelmiş somut davranışlara örnektir. Toplumun bilinç ve öz yönetim düzeyi yükseldikçe kamusal dil yasaklayıcı olmaktan uzaklaşarak bilgilendirici ve uyarıcı bir üsluba bürünür. Bu hâlde toplumda yaygın davranış biçimi belirli bir hedefe yönelmiş somut davranışlardır. Bilinç ve öz yönetimin düşük düzeyde olduğu toplumlarda ise kamusal dil yasaklayıcı ve cezalandırıcı tarzdadır. Bu anlamda toplumun bilinç düzeyinin yükseltilmesi ile toplumun kurallara uyumunu sağlayıcı dilin kullanılması arasında bir denge gözetilmesi gerektir. Aksi hâlde bilincin dönüşümü mümkün olmaz. Çevresel değerlere karşı kural ve koruma bilincinin geliştirilmesinde bireysel eğitim ve farkındalık düzeyinin etkili olması kadar genele yayılmış tepki görmeyen veya takdir gören kalıp davranışlar da belirleyicidir. Farkındalık düzeyinin geliştirilmesinde sivil toplum kuruluşları gibi bağımsız süjelerin rolü büyüktür. Bu kuruluşların yerel ve uluslararası kamu otoriteleri veya bağımsız otoritelerce desteklenmesi ve finanse edilmesi önem arz etmektedir. Ancak hiçbir etkinin, devletin pozitif yükümlülüklerinin gereği gibi icra edildiği bir planlama ve yönetim anlayışının açtığı çığırı açamayacağını düşünüyoruz.

Çevre hakkının gerçekleştirilmesinde, çevre kirliliğine yol açacak kaçınma yükümlülükleri önemli bir yer tutsa da esasında çevresel değerlerin geliştirilmesi ve korunmasında devletin pozitif yükümlülüğü en önemli yeri tutmaktadır. Bu yükümlülüğün kaynağı normatif düzlemde yürürlükteki 1982 tarihli Anayasamızın 56. maddesinde yer almaktadır. Madde gerekçesinde çevre kirliliğinden yola çıkılarak insanların korunmuş çevre koşullarında tam bir beden ve ruh sağlığı içinde yaşamasını sağlamanın devletin görevi olduğu, çevreyi koruyucu mevzuat kadar devlet denetiminin ve çevreyi koruyucu fiilî tedbir ve faaliyetlerin de gerekli olduğu belirtilmiştir. Bu kapsamda devletin hem kirlenmenin önlenmesi hem de tabii çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alması gerektiğinin vurgulandığı ve bu suretle çevresel konularda devletin pozitif yükümlülüklerine vurgu yapıldığı anlaşılmaktadır. 

Çevre hakkının yaşayan ve gelecek nesillerin hakkı olması özelliği ve çevrenin korunmasının makro planlama ve uygulamalarla sağlanabilir nitelikte büyük ölçekli bir iş olması, hakkın talep ve dava edilebilir özelliğinde bir farklılaşmaya sebebiyet vermektedir. Çevresel değerlendirmenin, uzmanlık ve geniş bir bakış açısı isteyen bir iş olması hem kişilerin sağlıklı bir çevrede yaşayıp yaşamadıkları konusunda rasyonel bir tespitte bulunabilmesinin hem de buna ilişkin hakları talep edecek araçlara ulaşmasının önündeki bir engeldir. Bu özellik itibariyle devletin ve sivil toplum kuruluşlarının bilimsel çalışmaları ve bu çalışmaları toplumla paylaşma tutumları yanında, hukukun çeşitlendirilmiş durumlarda kişilere başvuru imkânı tanıması ve kişilerin başvuru imkânları konusunda bilinçlendirilmesi, hakkın kullanılabilmesini sağlayacak en temel araçlardan biridir. Bu sayede kolektif bir bilincin ürünü olarak planlayan ve regüle eden devlet-bilinçli ve istekli toplum iş birliği ile çevresel değerler geliştirilmiş olabilecektir. Bu ve benzeri hususlar kamu-özel iş birliği ile ortaya çıkan bir çevre kolluğunun görünümlerini teşkil eder.

 

Sürdürülebilir Kalkınma Teorisi Bağlamında Çevre Hakkı

2872 sayılı Çevre Kanunu, kabul ettiği çevre anlayışına uygun olarak sürdürülebilir çevre yaklaşımı yanında sürdürülebilir kalkınma kavramına da açıkça yer vermiştir. Kanun’un 2. maddesine göre sürdürülebilir kalkınma; bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi ifade eder.

Ekonomik ve sosyal hedefler arasında bir denge kurulmasından kastedilene örnek olarak ekonomik büyüme merkezli sanayileşme veya ithalat-ihracat kaynaklı gaz salınımı gibi çeşitli sonuçların değerlendirilerek çevresel değerler ve ekonomik büyüme arasında bir denge kurulması ile ekonomik faaliyetin ve çevresel değerin birlikte yönetilmesi verilebilir. Bu hedef tutarlı bir bakış açısı yanında devletin, kamu kurumlarının ve tüzel kişiler ile gerçek kişilerin istekli ve bilinçli katılımları ile sağlanacak bir yönetim anlayışı ile yerleşebilir. Bu anlamda ekonomik ve sosyal hedefler arasında bir denge kurabilmek için tam koordinasyon ve elbette bir kalkınma planı gerekmektedir. Sürdürülebilirlik ise bu ihtiyacın karşılanmasındaki en temel ilkelerden biridir.

Sürdürülebilirliğe ilişkin kaygılar Malthus ve Jevons gibi kimi 18. ve 19. yüzyıl iktisatçılarına kadar götürülebilse de “sürdürülebilir kalkınma” kavramının doğuşu 20. yüzyılda çevreye ilişkin kaygıların ortaya çıkışına rastlamaktadır. Beder’e göre (1994), çağdaş çevrecilik akımlarının 1960 ve 1970’lerde ortaya çıkan ilk dalgası, geleneksel doğanın korunması kaygısından, olası küresel bir çevresel krize karşı farkındalığa dönüştürmüştür. Bu birinci dalgadan etkilenen çevreciler, ekonomik büyümeyi, sanayileşmeyi, batı kültürünü ve teknolojiyi çevre sorunlarının sorumlusu olarak görmüştür. Çevreciler, nüfustaki hızlı artışı ve endüstriyel etkinlikleri sürdürebilmenin, gezegenin kaynaklarını ciddi biçimde tüketmeksizin ve insanlar tarafından üretilen atık maddeler ve kirlilikle baş etme kapasitesine aşırı yüklenmeksizin mümkün olmadığını öne sürmüşlerdir. 1980’li yılların başında oluşmaya başlayan ve sonlarına doğru olgunlaşan ikinci çevrecilik akımı ise birinci akımdan farklı olarak daha geniş destek bulmayı başarmıştır. Bu sayede, “sürdürülebilir kalkınma” kavramı hükümetler, iş çevreleri ve iktisatçılar tarafından benimsenerek desteklenmeye başlanmıştır.

Sürdürülebilir kalkınmanın temelde üç tipi vardır: ekonomik, sosyal ve çevresel olarak sürdürülebilir olma. Ekonomik açıdan sürdürülebilir bir sistem, sürekli olarak mal ve hizmet üretebilmeli, yönetilebilir düzeylerde hükûmet ve dış borcu koruyabilmeli ve tarımsal veya endüstriyel üretime zarar veren aşırı sektörel dengesizliklerden kaçınabilmelidir. Çevresel olarak sürdürülebilir bir sistem, yenilenebilir kaynak sistemlerinin aşırı sömürülmesinden kaçınarak ve yenilenebilir olmayan kaynakları yalnızca yatırımın yeterli ikame olarak yapıldığı ölçüde tüketerek istikrarlı bir kaynak tabanını korumalıdır. Bu, biyolojik çeşitliliğin, atmosferik istikrarın ve normalde ekonomik kaynaklar olarak sınıflandırılmayan diğer ekosistem işlevlerinin korunmasını içerir. Sosyal açıdan sürdürülebilir bir sistem; dağıtımsal eşitlik, sağlık ve eğitim, toplumsal cinsiyet eşitliği ve siyasi hesap verebilirlik ve katılım dâhil olmak üzere yeterli sosyal hizmetlerin sağlanması olmalıdır. Bu kapsamda sürdürülebilir kalkınma, insan sağlığını ve doğal dengeyi koruyarak hem günümüzde hem de gelecekte sürekli bir ekonomik kalkınmayı, kaynakların rasyonel bir şekilde kullanımını ve yönetimini sağlamayı; ayrıca gelecek nesillere doğal, fiziki ve sosyal çevrenin bırakılmasını amaç edinen yaklaşımdır. Geleneksel olarak ekonomik, sosyal ve çevresel olmak üzere üç temel boyutu olan sürdürülebilir kalkınmada temel amaç, ülkelerin yalnızca bir ya da iki boyutta ilerleme sağlaması değil, bütünsel olarak tüm boyutlarda gelişme göstermeleridir.

Ekonomik büyüme üretim, tüketim ve yatırımda bir artışı temsil eder ve kaçınılmaz olarak malzeme, enerji ve arazi kullanımının artmasına yol açar. Malların ve hizmetlerin üretim ve tüketiminin ekolojik verimliliğindeki iyileşmelere rağmen, küresel ekonomik büyüme doğal kaynakların çıkarılmasında ve atık ve emisyonlarda artışa neden olmaktadır. Mevcut bilimsel kanıtlar, küresel ekonominin, özellikle de zengin ülke ekonomileri olmak üzere, ekolojik olarak sürdürülebilir sınırların ötesinde büyüdüğünü göstermektedir. Zengin ekonomiler, küresel çevre kaynaklarını aşırı kullanarak gelişen ekonomilere olumsuz çevresel etkiler aktarmaktadır. Büyüme-me teorisinin önermesine göre zengin ülkeler çevre kirliliğini yeterli miktarda azaltırsa, ekonomik sistemleri zorunlu olarak daha düşük bir GSYİH/kişi üretecektir (Ward et al. 2016). Büyüme-me teorisinde maddi aşırılığın peşinden koşma yükünden kurtulmak bir yoksullaşma olarak değil daha tutumlu bir yaşam biçimi olarak değerlendirilmektedir. İyi yaşamak için ne kadarının yeterli olduğunu bilmek ve keşfetmek yeterlidir. Bu yenilenebilir enerji sistemleriyle çalışan nispeten düşük enerjili bir yaşam tarzı olacaktır. Gelecek on yılda kötü tasarlanmış kentsel altyapıda yaşamak istemediğimiz için son derece pahalı olan milyon dolarlık “yeşil evler” içeren tasarım projelere yönelmek olmamalıdır (Samuel 2014).

Birleşmiş Milletler’de, ülkelerin çevreyi ve doğal kaynakları göz ardı eden sınırsız büyüme arzularının yaratmış olduğu etkileri tartışmak üzere çeşitli konferanslar düzenlemiş ve komisyonlar kurmuştur. Birleşmiş Milletler’in bu çalışmaları sonucunda sürdürülebilir kalkınma yaklaşımının temel konuları belirlenerek hayata geçirebilmesi için çalışılmıştır.

Sürdürülebilir kalkınma kavramı ortaya atıldığından beri çok defa ve farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Bu durum, kavramın belirsizleşmesine neden olmuştur. Tanımlar, genellikle tanımı yapanların akademik dallarını yansıtacak biçimde oluşturulmuştur. İktisatçılar, çoğu zaman yaşam standartlarının belli bir düzeyde korunması gerekliliğini vurgulamaya eğilimliyken; çevrebilimciler, biyoçeşitlilik ve çevrebilimsel esneklik (ecological resilience) yönüyle ilgilenmişler; sosyologlar ise topluluklar içindeki sosyolojik bağların ve karşılıklı ilişkilerin korunması gereksinimine öncelik vermişlerdir (Cole, 2006:242). Kavramın biraz daha kesin tanımlanması için atılan ilk adımlar kuramsal düzlemde olmuş ve tartışmanın iktisadi ve çevresel boyutlarına odaklanılmıştır (Markandya ve diğerleri, 2002: 17). Sürdürülebilir kalkınma kavramının tanımına ilişkin tartışmalara iktisadi açıdan ilk katkılardan biri Rawls’un adalet kuramına dayandırdıkları “kuşaklararası eşitlik” ilkesi temel alınarak Pearce, Barbier ve Markandya (1990: 1-22) tarafından yapılmış olup kavramın, gelecekteki hiçbir kuşağın günümüzdeki kuşaktan daha kötü durumda olmaması anlamına geldiği öne sürülmüştür. Buna göre toplum, zaman içinde refahın azalmasına izin vermemelidir.

Çevre hakkı bağlamında kalkınma teorisinin merkezinde özetle çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı olma, biyolojik çeşitliliğin, atmosferik istikrarın ve normalde ekonomik kaynaklar olarak sınıflandırılmayan diğer ekosistem işlevlerinin korunması gibi hedefler olduğu söylenebilir. Sürdürülebilir kalkınmanın temel özellikleri bütünsel gelişmeyi esas alması, kuşaklar arası eşitlik ilkesine dayanması ve büyümeme teorisinin yorumunda şekillenmektedir.

 

Sağlık ve Çevre ilişkisine Dair Tespitler

Sağlığın bilinen anlamları ile çevresel değerler mukayese edildiğinde bireyin yaşam kalitesine ve özerkliğine yapmış olduğu etkiler bakımından büyük bir kesişim alanına sahip olduğu ve bağlantılı haklar içerdiği görülebilecektir.

 

Ulusal norm ve politikalar bağlamında

Sağlık hakkı ile çevre hakkının birlikte anılması bahsinde iki hak karşılaştırıldığında sağlık hakkına ilişkin yapılan değerlendirmelerde, çevre hakkına yapılan atfın zayıf kaldığı söylenebilir.

Sağlığa ilişkin temel konuların, sağlık hizmetinin yaygınlaştırılması (sağlık hizmetine erişim), kişiselleştirilmiş sağlık hizmeti sunumu, önleyici sağlık hizmeti, güncel ve tıbbi standartlara uygun sağlık hizmeti alma hakkı, sağlık hizmetinden kaynaklı zarar tazmini gibi konular etrafında toplandığı anlaşılacaktır. Bu anlamda sağlık hakkı özünde sağlıklı yaşama hakkına hizmet ediyor olsa da önleyici sağlık hizmetlerinin bütün sağlık hizmetleri arasındaki yerinin küçük olması, önleyici ve koruyucu sağlık hizmetlerinin yöntem ve planlama olarak diğer sağlık hizmetlerinden önemli düzeyde farklı olması, sağlık hakkını tıbbi girişim odaklı sağlık hakkı kapsamına hapsetmektedir. Hâl böyle olunca sağlık hakkına ilişkin yapılan çalışmalar, sağlığın finansmanına ilişkin politikalar, sağlık hizmetine erişim, ilaca erişim ve sağlık hizmetinden kaynaklı zarar ve ziyan konuları ile sınırlı sayılabilir.

Kişinin tıbbi girişim odaklı sağlık hizmetine erişim hakkı şartlara göre acil, önemli ve vazgeçilemez haklara ilişkin bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olsa da bu tip sağlık hizmetine erişim hakkı kadar sağlıklı olma hâlini sürdürmeye yarayacak önleyici sağlık hizmetine erişme hakkı da kutsaldır ve sadece hastalık hâlinde değil, her durumda devamlılık arz eden bir vazgeçilmez haktır. Sürekli tıbbi girişim gerçekleştirmeye odaklanmış bir sağlık hizmeti anlayışının, bireylerin hastalanmadan tam bir iyilik hâlinde olması için gerekli altyapıyı inşa etmesi ve bireyleri sağlıklı yaşama sevk edecek sistemi uygulaması pek mümkün değildir. Aynı nedenledir ki sağlık hizmet sunucularının ve Sağlık Bakanlığının hizmet sorumluluğu girişimsel (tedavi edici) sağlık hizmetinin hatalı yürütülmesi ya da ilaca veya hizmete erişimde yaşanan engellerle sınırlı olarak görülmekte, kişiler önleyici sağlık hizmetine erişim hakkına dâhil edilebilecek bir hakkı ileri sürememektedir.

Önleyici ve koruyucu sağlık hizmetine erişimi talep etme bahsinde açıklayıcı olması açısından bir örneği incelemekte fayda görmekteyiz. Kişilerin önleyici sağlık hizmetlerine erişme hakkı kapsamında zorunlu olmayan aşılara ait finansman taleplerine ilişkin olarak açılmış davalarda gelişimsel nitelikte olduğu değerlendirilebilecek yargı kararları ortaya çıkmaktadır. Bu gibi talep edenler lehine kararların toplumda duyulması sonucu taleplerin çoğalması sebebiyle dava yükündeki artışla beraber, olumlu kararların çeşitli şekillerde engellenmesi gibi bir tutumun ülkemizin yürütme ve yargı fonksiyonları arasındaki denge tutumlarında gelenek hâline geldiğini söylemek mümkündür. Buna örnek olarak HPV aşısına ilişkin yapılan yargısal başvurular gösterilebilir. Hukukumuzda ilk olmamakla birlikte 2021 yılı içerisinde İzmir İdare Mahkemeleri tarafından verilen kararlarla HPV aşısının devlet tarafından finanse edilmesine yönelik kararların kamuoyunda duyulması üzerine buna ilişkin çeşitli il mahkemelerine yapılan müracaatlarda kabul kararlarının çıktığı, daha sonra devletin sağlık hizmetinin finansmanındaki takdir ve planlama yetkisine ilişkin olarak talep eden bireyler aleyhine yargısal yorumlar sebebiyle zıt yönde kararlar verildiği görülmüştür. Hâlihazırda geniş bir kitle için önemli düzeyde sayılabilecek bir önleyici sağlık hizmetine erişimde kişilerin hakka erişimi ancak mahkeme kararıyla mümkün olabilmektedir. Mahkemelerin hak temelli kararlarına rağmen herhangi bir idari veya normatif düzenleme değişikliğinin gerçekleşmemiş olması da birlikte değerlendirildiğinde hâlihazırdaki sağlık hizmeti anlayışının önleyici sağlık hizmetleri bakımından zayıf kaldığı, girişimsel sağlık hizmeti anlayışının baskın geldiği değerlendirilebilir. Bu bağlamda çalışma konumuza bakıldığında sağlık hakkına yönelik çalışmalarda çevre hakkına ilişkin bağlantılı değerlendirmelerde bulunabilmek için ve sağlık hizmetinin planlanmasında, sağlık hizmetine ilişkin kalkınma planlarında çevre hakkı kapsamına girebilecek somut hedeflerin rastlanabilir olması için önleyici sağlık hizmetlerindeki gelişimin belirli bir düzeye ulaşmış olması gerektiği sonucuna ulaşılabilir.

 

Uluslararası kuruluşların faaliyet ve düzenlemeleri bağlamında

Sağlık ve çevre hakkına ilişkin uluslararası düzenlemelere bakılacak olursa Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nın başlangıç hükümlerinde çocuğun sağlıklı gelişimi için devamlı değişen çevresel şartlarla uyum içinde yaşama becerisine vurgu yapıldığı görülmektedir. Yine, Örgüt’ün amacına ulaşmak için üstlendiği görevlerin sıralandığı “İşlevler” başlıklı ikinci bölümün 2. maddesinde; gerekli barınma, beslenme, sanitasyon, dinlenme, ekonomik şartlar ile çalışma şartlarının ve çevresel hijyenin diğer görünümü teşkil eden alanlarda gelişim sağlamak üzere diğer uzman kurum ve kuruluşlarla iş birliği geliştirmek yer almıştır. Maddenin ele alınış biçiminde barınma, beslenme, sanitasyon, dinlenme, ekonomik şartlar ve çalışma şartların çevresel değer olarak kabul edildiği maddenin düzenleniş biçiminden de anlaşılmaktadır.

33. Dünya Sağlık Asamblesi’nde Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından 23 Mayıs 1980 tarihinde onaylanan anlaşmanın 3.1.2. maddesine göre tarımsal kalkınma projelerinin bir parçası olarak özelleştirilmiş çevre sağlığı önlemleri de iş birliği alanları arasında sayılmıştır.

Bir diğer uluslararası belge olan Afrika Birliği Komisyonu ve Dünya Sağlık Örgütü arasında 65. Dünya Sağlık Asamblesi’nde 26 Mayıs 2012 tarihinde onaylanan anlaşmanın amaç ve ilkeler başlıklı 2.2. maddesine bakıldığında da iki kuruluş arasındaki iş birliğini artırmak amacıyla imzalanmış olan bu sözleşmenin, tarafların komite çalışma alanları ve faaliyetleriyle bağlantılı olarak sağlık alanında ortaya çıkabilecek olan sağlığın iyileştirilmesi ve geliştirilmesi, hastalıkların önlenmesi, sağlığa yönelik potansiyel tehditlerle mücadele gibi  tüm meselelerde iş birliğini amaçladığı yazılıdır. Aynı maddede, sağlığın üst düzeyde korunması ve geliştirilmesine yönelik olarak ulusal kalkınma planlarının merkezine yerleştirilecek konular arasında çevrenin korunması sayılarak sağlık ve çevre bağlantısı açık şekilde vurgulanmış, çevrenin korunmasına ilişkin ulusal yükümlülükler, sağlığı üst düzeyde geliştirici bir faktör olarak kabul edilmiştir.

Bireylerin sağlıklı yaşaması ve gelişimi için devamlı değişen çevresel şartlarla uyum içinde yaşama becerisine yapılan vurgu, geniş kapsamı ile dikkat çekicidir. Bu kapsamda örneğin yerleşim yerine yakın bir gölün çekilmesi, yaşam alanındaki gürültü düzeyinin değişmesi (örneğin evin önündeki yolun işlek hale gelmesi), çöp kutularının yerleşim planlaması sebebiyle oluşan koku ve bozulan semt estetiği ile ne şekilde baş edileceği gibi doğrudan bireylerin yaşamına tesir etme potansiyeli olan tüm çevresel koşulların kişinin yaşam kalitesi yanında yaşam becerisi yönünden incelenmesi, raporlanması ve gerekli değişiklik ihtiyacının somut olarak tespit edilmesi, devletin sağlık bir çevrede yaşama hakkı bağlamındaki pozitif yükümlülükleri bakımından dikkat çekicidir. Bu kapsamda bireylerin kendi yaşam alanlarına göre özelleştirilmiş çevre sağlığı önlemleri dahilinde yaşam sürebilmelerini sağlamak kritik bir önleyici yükümlülüktür. Kişilerin çevre ile olan ilişkisini ve çevresel değişikliklere adaptasyonunu geniş bir çerçevede planlayıp destekleyecek mekanizmaların kurulduğu, çevresel değer bilinci ile zenginleştirilmiş bir sağlık hakkı ve yaşam hakkı anlayışının hâkim olduğu bir yaşam alanında sağlıklı hissetmek için daha çok sebep olduğuna kuşku yoktur.

 

Kaynakça

ATAMAN, B.C. (2020). Ekonomi ve sosyal teoride yeni bir paradigma olarak büyüme-me. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 5 Sayı 2, 97-108. 01 Haziran 2024, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1386995

BOLAT, Ö. (2016). Beni ödülle cezalandırma. (1). İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

CANSEVER, İ.H. (2021). Sürdürülebilir kalkınma ve sağlık: Türkiye’nin 2023 hedefleri ile karşılaştırmalı bir değerlendirme. Hacettepe Sağlık İdaresi Dergisi, 24(3), 633-650. 14 Haziran 2024, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1624165

ÇELEBİ, E. G. (2015). Anayasa Mahkemesi’nin “mobbing” başvurularına ilişkin kararlarının değerlendirilmesi. Anayasa Yargısı, 31(1), 323-342. 20 Haziran 2024, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/939510

DOĞRU, O. (2018) Yaşama hakkı. Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi - 5, 20 Haziran 2024, https://www.anayasa.gov.tr/media/3555/yasama-hakki.pdf.

GÜRSELER, İ. G. (2008). İnsan hakları, çevre, anayasa. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 75, 199-208. 09 Haziran 2024, https://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2008-75-408

MARTI, H. (2023). Hadisler ekseninde çevre ahlakı. (6). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

ÖNDER, H. (2020). Bir sürdürülebilir kalkınma hedefi olarak sağlık. Akademia Doğa ve İnsan Bilimleri Dergisi, 6(1), 10-24. 15 Haziran 2024, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1273676

WORLD HEALTH ORGANIZATION. “Govarnance: Resources.” 20 Haziran 2024, ISBN 978-92-4-000051-3 (electronic version), https://apps.who.int/gb/bd/pdf_files/BD_49th-en.pdf

YENİ, O. (2014). Sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir kalkınma: Bir yazın taraması. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 16/3, 181-208. 06 Haziran 2024, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/287214