Düşünce Dergisi > Dergi |

çevre ekseninde kentleşme iklim değişikliğine çözüm olarak sürdürülebilir planlama ve

çevre ekseninde kentleşme: iklim değişikliğine çözüm olarak sürdürülebilir planlama ve tasarım

Kentleşme; birçok sosyal, ekonomik ve çevresel unsurlarca etkilenen ve aynı zamanda tüm bunları farklı boyutlarıyla etkileyen modern zamanın en büyük sosyal dönüşümlerinden biridir.

Paylaş
Dosyayı İndir

Giriş

Kentleşme; birçok sosyal, ekonomik ve çevresel unsurlarca etkilenen ve aynı zamanda tüm bunları farklı boyutlarıyla etkileyen modern zamanın en büyük sosyal dönüşümlerinden biridir. Kentleşmenin çevre üzerindeki etkileri ise oldukça derin ve çok boyutlu olup yerel, bölgesel ve küresel ölçekte kendini göstermektedir. İnsanoğlu çevre ile üretim ilişkisine girdiğinden bu yana sürekli doğal kaynakları kullanarak varlığını sürdürmüştür. Uzun yıllar çevrenin kendi kendini yenileyebilme kapasitesi sayesinde bu ilişki çok büyük sorunlara yol açmadan devam etmiştir. Ancak 19. yüzyıldan itibaren sanayileşme ve kentsel nüfus artışına bağlı olarak çevre üzerindeki tahribatlar hızla artmış ve çevrenin kendisini yenileyebilme kapasitesini aşmıştır. 20. yüzyıl ortalarına gelindiğinde çevre konusundaki bilimsel araştırmalar, çevrenin bu hızla tahrip edilmesi hâlinde insanlığın geleceğini tehdit edecek boyutlarda sonuçlar doğuracağını somut bir şekilde ortaya koymaya başlamıştır. Dünya Ekonomik Forumu (WEF)’nun yayımladığı “2023 yılı Küresel Riskler Raporu”na göre önümüzdeki 10 yılda dünya ekonomisini etkilemesi beklenen risklerin ilk 6 sırasındaki 5 risk, çevre ve iklim kaynaklıdır.

Bugün, dünya nüfusu 8 milyarı aşmıştır. Bu nüfusun ise %57’si kentlerde yaşamaktadır. 2050’de bu oranın %68, 2100’de ise %85 olacağı tahmin edilmektedir. Tükettiğimiz enerjinin %80’i fosil yakıtlardan (kömür, doğal gaz gibi) oluşmaktadır. Dünyada çok hızlı bir şekilde doğal yutak alanları (ormanlar, sulak alanlar vb.) kaybedilmektedir.

Gelinen noktada üzerinde mutabık kalınan konu, kentlerin çevre problemlerinin temel kaynağı olduğu ve çözümün de daha çok kentlerde aranması gerektiğidir. O nedenle, hükûmetlerin politika ve önlemlerinin yanı sıra yerel yönetimlerin uygulamaları da çevre konusunda kritik hâle gelmiştir.

Günümüzde çevre denildiğinde akla ilk gelen kavram “sürdürülebilirlik” ve akla ilk gelen sorun da “iklim değişikliği” olmaktadır. Bu yazıda iklim değişikliğinin yarattığı sorunlar karşısında sürdürülebilirlik ilkeleri çerçevesinde özellikle yerel yönetimlerce kentlerde alınması gereken tedbirler açıklanmaya çalışılacaktır. Bu nedenle öncelikle uluslararası düzlemde çevre ile ilgili farkındalığın oluşmasında etkin olan çalışmalar ile devletlerin çabalarının hangi konulara odaklandığı özetlenecek ve daha sonra kentsel politikalarda uygulamaya yönelik somut adımların neler olduğu üzerinde durulacaktır.

 

Çevre Politikalarının Gelişmesi

20. yüzyıl her anlamda çok hızlı değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Dünya nüfusunun hızla artması ve hızlı kentleşmeye bağlı olarak kullanıcı isteklerindeki artışlar doğal kaynakların hızla tükenmesi tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Bu tehlikelerin hükûmetler nezdinde önlemler alınması ve yasal düzenlemeler yapılması gereken bir husus olmasında çevre hareketlerinin rolü mühimdir. Çevre hareketlerinin ise toplumsal bir zemin bulmasında yüzyılın ortalarında meydana getirilen bilimsel yayınlar oldukça etkin olmuştur. Deniz biyoloğu Rachel Carson’un 1962’de yazdığı Sessiz Bahar (Silent Spring), çevre sorunlarının siyasi sınırlar tanımadığını ve küresel boyutlara vardığını gösteren oldukça etkili bir kitap olmuş ve modern çevreciliğin de başlangıcını oluşturmuştur (Dowie, 1995). Aynı dönemde Paul ve Anne Ehrlich’in Nüfus Bombası (The Population Bomb) kitabı, nüfus artışının yaratacağı sorunlara dikkati çekerken, az gelişmiş ve gelişmiş toplumlar arasındaki farkın büyümesinin de gelecekte dünya nüfusu açısından önemli bir tehdit unsuru olduğuna vurgu yaparak gelişmiş toplumların sahip oldukları zenginliklerin varlıklarını garanti etmeyeceğini ve bu nedenle de küresel bir sorumluluk altında bulunduklarına işaret etmiştir (Ehrlich ve Howland-Ehrlich, 1968). İnsanlığın ve dünyanın karşı karşıya kaldığı sorunları tespit etmek ve bu sorunlara çözüm üretmek amacıyla 1968’de kurulan Roma Kulübü’nün (The Club of Rome) 1972’de yayımladığı “Büyümenin Sınırları” (The Limits to Growth) raporu, üzerinden 50 yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen hâlen önemini korumaktadır. Raporda teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin dünyanın mevcut kaynaklarının bu nüfus artışı ve ekonomik büyüme oranları ile 2100 yılı sonrasını desteklemeyeceği ve dünyayı nasıl bir geleceğin beklediğine dair ürkütücü tablo açıkça ortaya konulmuştur.

 

Sürdürülebilirlik

İnsanlık için oldukça tedirgin edici bir geleceğin netleşmeye başlamasıyla birlikte artık çevre sorunları dünyanın gündeminde üst sıralarında yer almaya başlamıştır. Giderek kirlenen ve doğal kaynakları hesapsızca tüketilen bir dünyada sürekli artan çevresel bozulmanın, yoksulluğu ve eşitsizliği de beraberinde hızlandırdığı gerçeği çevre ve kalkınma arasında köprü kuracak birtakım politikalar geliştirilmesi gereğini de ortaya koymuştur.

5-16 Haziran 1972 tarihleri arasında, Stockholm’de gerçekleştirilen BM İnsan Çevresi Konferansı’nda (Stockholm Konferansı), sosyoekonomik gelişmişlikleri ve yapıları farklı olan pek çok ülke, “çevre” konusunu görüşmek üzere ilk defa bir araya gelmiştir. Bu konferans, ekonomik büyümeyi esas alan kalkınma politikalarının çevreye verdiği zarara dikkat çeken uluslararası düzeydeki ilk toplantı olarak kabul edilir. Sürdürülebilirlik düşüncesinin temellerinin atıldığı konferansta, doğal çevrenin ve kaynakların sınırlı olduğu ve gelecek kuşakların ihtiyaçlarının bugünden düşünülmesi gerektiği belirtilmiş ve BM İnsan Çevresi Bildirisi kabul edilmiştir.

Bu gelişmeler sonucunda tüm dünyada sürdürülebilirlik kavramı kalkınma politikalarıyla birlikte anılmaya başlanmıştır (Caradonna, 2014). Ancak kavramın bugünkü tanımına ulaşması ve küresel gündem konusu olması, 1987 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nca yayımlanan “Ortak Geleceğimiz/Brundtland Raporu”nda bahsedilmesi sonrası olmuştur. Raporda sürdürülebilirlik, “bugünün kaynaklarını gelecek kuşakların gereksinimlerinden ödün vermeksizin karşılamak” şeklinde tanımlanmıştır (WCDE, 1987).

Sürdürülebilirlik kavramının tüm dünya tarafından benimsenmesinde önemli bir dönüm noktası da 1992 Rio Konferansı olmuştur. Bu konferansta sürdürülebilirliğin yalnızca çevreyle sınırlı olmadığı, diğer birçok alanda da yansımasının olduğu vurgulanmıştır. Konferans sonunda imzalanan “Gündem 21 Eylem Planı”nda çevre ve kalkınma ile ilgili politika ve eylemlerde merkezî yönetim, yerel yönetim ve sivil toplum örgütleri arasında iş birliğinin geliştirilmesi ve halkın katılımı önerilmiştir. Bu yeni yaklaşım kapsamında yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları çevre ile ilgili konularda belirleyici önemli aktörler ve ortaklar olarak nitelendirilmeye başlanmıştır.

Bu tarihten sonra 1995 yılında Kahire’de BM tarafından “Nüfus ve Kalkınma Konferansı” düzenlenmiş, bu konferansla birlikte, nüfus ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki ilişki yine uluslararası boyutta ele alınmıştır. 1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen “BM İnsan Yerleşimleri Konferansı–Habitat II” de ise sürdürülebilirlik kavramı ve insan yerleşimleri arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiştir.

Bu gelişmelerin kentsel planlama gündemindeki yansıması ise ekolojik, sosyal ve ekonomik bileşenler eşliğinde yerel düzeyden başlayarak kentsel gelişmenin belirlenmesi gereğinin benimsenmesi şeklinde olmuştur.

 

İklim değişikliği

1980’lerden itibaren uluslararası gündeme girmeye başlayan iklim değişikliği konusunda somut ilk adım, Birleşmiş Milletler Çevre Örgütü ve Dünya Meteoroloji Örgütünce 1988 yılında Hükûmetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC)) kurulması ile atılmıştır. IPCC’nin 1990’da yayımladığı ilk değerlendirme raporunda iklim değişikliğinin önemli bir çevre sorunu olduğu, bu konuda uluslararası düzlemde çözüm bulunması ve uluslararası bir anlaşma yapılması önerilmiştir. 1992 tarihli Rio Konferansı’nda merkezde sürdürülebilirlik kavramı olmakla birlikte Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi de imzalanmıştır. 1994 yılında yürürlüğe giren sözleşmede iklim değişikliğini ile ilgili uluslararası toplumun uyması için birtakım prensipler ortaya konulmuştur. 1997 yılında Kyoto Protokolü imzalanmakla birlikte yürürlüğe girmesi 2005 yılını bulmuştur. Bu sözleşme iklim değişikliği konusunda tarihsel sorumluluklarından dolayı gelişmiş ülkelere birtakım görevler yüklemiştir. 2012 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile iklim değişikliğiyle mücadelede gelişmiş ve gelişmekte olan ayrımı yapmaksızın tüm ülkeler sera gazı emisyonunu azaltma yönünde taahhütlerde bulunmuştur. Anlaşma yüzyılın sonunda küresel ısınmayı ortalama 2°C altında (mümkünce 1,5°C) ile sınırlı tutmayı amaçlamış olmasına rağmen Dünya Meteoroloji Örgütü verileri 2028 yılına kadar 1,5°C sınırının aşılacağına dair güçlü belirtiler olduğuna işaret etmektedir.

Çevre sorunları başlangıçta küresel bir sorun olarak algılanmış ve çözüm olarak merkezî yönetimlerce uygulanacak politikalar öncelikli olmuş, ancak zamanla sorunun temelinde kentlerin olduğu ve çözümün de büyük oranda yerel düzeyde alınacak tedbirler ile sağlanabileceği yargısı ağırlık kazanmıştır. Buna bağlı olarak 2005 yılında dünyadaki önemli kentlerin belediye başkanlarından oluşan C40 Kentleri İklim Liderliği Grubu kurulmuştur. Türkiye’den İstanbul da bu ağın üyelerindedir. Bu oluşum, iklim değişikliği ile mücadelede ve sera gazı emisyonlarının azaltımı konusunda kentlerin etkin rol oynaması gerektiği yönündeki politika genişlemesinin bir yansıması olarak görülebilir.

Bugün kentler, sera gazı salımını arttıran çeşitli işlevleri barındırmaları ve ormansızlaşma gibi arazi kullanım değişikliğine yol açmaları nedeniyle küresel ısınmanın ve iklim değişikliği ile ilgili tartışmaların merkezinde bulunmaktadır (Balaban, 2011). Dünya nüfusunun yarısından fazlası (%57) ile ekonomik kaynaklarının çok büyük bir bölümü kentlerde yer almakta, kentsel altyapı ve üstyapıyı tesis ederken kullanılan enerji, toplam atmosfere salınan CO2 miktarının üçte birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla iklim değişikliği, ekonomik ve demografik olarak dünyayı en çok kentler üzerinden etkilemektedir.

Bugün kentlerde iklim değişikliği kaynaklı görülen başlıca sorunlar; deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı hava olayları (aşırı sıcaklıklar, aşırı yağışlar), su baskınları, hava kirliliği, su kıtlığı ve su kirliliği şeklinde sıralanabilir (Balaban, 2012). Dünyanın her yerinde bu etkiler aynı derecede hissedilmemektedir. Mesela Türkiye’deki kentler, geçirimli yüzeyler açısından çok fakir olduğu için aşırı yağışlar sonucu seller ve su taşkınları ciddi afetlere yol açabilmektedir. Ya da kentlerdeki yapı yoğunluğunun çok fazla olmasından kaynaklı ısı adası etkisi belirli dönemlerde bazı risk grupları açısından hayati riskler taşıyabilmektedir. Kuraklık, su kıtlığı ve orman yangınları da ülkemiz açısından iklim değişikliği kaynaklı problemlerin başını çekmektedir.

Tüm bu sorunların çözümünde ise “iklim değişikliğini önleme” ve “iklim değişikliğine uyum” olmak üzere iki temel politika benimsenmiştir (Condon vd. 2009). İklim değişikliğini önlemeye dair enerji verimliliğini artırmak, yenilenebilir enerjileri devreye sokmak, atmosfere salınan sera gazı emisyonunu sıfırlamak uluslararası toplumun temel hedeflerini oluşturmaktadır. İklim değişikliğine uyum konusunda ise iklim değişikliğinin yarattığı etkiler karşısında en az zarar görecek şekilde yaşayabilmeyi sağlayacak hedefler belirlenmektedir. Doğal alanları geliştirmek, yoksulluğu önlemek, toplumdaki kırılgan kesimleri korumak, ekonomik yapıları iyileştirmek, kentsel altyapı ve üstyapıyı iyileştirmek, ekosistemleri yenilemek bu yöndeki stratejilerin başında gelmektedir.

Tüm bu strateji ve hedefler karşımıza “dirençli kent” ve “sıfır karbon kent” kavramlarını çıkarmaktadır. Her iki kavramın ilkeleri temelde sürdürülebilirlik bağlamında ortaya çıkan ekolojik kent, yeşil kent, akıllı kent, yaşanabilir kent, eko-tek kent, sağlıklı kent, üretken kent, yürünebilir kent gibi çok sayıda kent modeli ile paralellik gösterir. Bu bağlamda sürdürülebilir ve iklim değişikliğine duyarlı bir kentin temel ilkeleri; genellikle kompakt yerleşim formu, karma arazi kullanımı, bütünleşik bir yeşil alan sistemi, korunmuş ekolojik koridorlar, atıkların geri dönüşümü ve sıfır atık, toplu ulaşım sistemlerinin yaygın kullanımı, bisiklet ve yaya öncelikli ulaşım, yüksek erişebilirlik, yenilenebilir enerji kullanımı, kaynakların verimli kullanımı, ekolojik taşıma kapasitesini aşmayan yoğunluk ve büyüme, iklimlendirmeyi esas alan konut ve yaşam alanları, kültürel mirasın korunması, kentsel tarım ve kentsel dönüşüm olarak sıralanabilir. 

 

Çevre Duyarlı Kent Planlama ve Kentsel Tasarım İlkeleri

Günümüzdeki kent planlama ve kentsel tasarım çalışmalarının hemen hemen her kentte temel hedef olarak ortaya koyduğu yukarıda belirtilen ilkeler, çevre konusundaki hassasiyetlerin yapısal çevre üzerindeki yansımalarıdır.

Karma arazi kullanımı: Karma kullanım, yaşam standartlarını daha kolay ve daha sağlıklı yapabilmek adına kentsel alandaki tüm kullanımların birbirileriyle fiziksel ve işlevsel olarak entegre edilmesini amaçlayan bir kentsel gelişme süreci ve formudur (Cervero, 1996). Karma kullanımda, konut, sosyal donatılar, ticaret, diğer çalışma ve hizmet alanlarının birbiri ile güçlü mekânsal ilişkide bulunması gerekmektedir (Okumuş, 2016). Bu sayede tüm bu fonksiyonlar arasındaki ulaşım talebi en aza indirilecek ve enerjiden tasarruf edilecektir. Aynı zamanda karma arazi kullanımı ile daha çeşitli ve hareketli kentsel çevreler yaratılarak daha güvenli bir kent ortaya çıkaracaktır.

Eski kent dokuları zaten karma kullanımı esas alacak bir düzende gelişmiştir. Ancak sanayileşmenin meydana getirdiği olumsuz sağlık şartları özellikle kamu sağlığını korumak, hava ve gürültü kirliliğini önlemek için Kuzey Amerika ve Avrupa kentlerinde yaşama ve çalışma alanlarının ayrılmasını esas alan bölgeleme politikalarının etkinleşmesine yol açmıştır. 1960’ladran itibaren bu düzenlemenin kentsel yayılmaya yol açtığı ve sokakların canlılığını azalttığı gerekçesiyle pek çok Avrupa kentinde terkedilmeye başlandığı görülür. Günümüzde özellikle akıllı şehir uygulamalarında, işlevini kaybetmiş sanayi ve liman alanlarının dönüşümünde karma kullanım yaygın bir stratejidir.

Kompakt yerleşim: Kompakt kent kavramı, 1990’larda Avrupa Komisyonunca yayınlanan Yeşil Mutabakat sonrası gündeme gelmiştir.(Kaido, 2005). Kompakt şehir, “daha yüksek yoğunluk, karma arazi kullanımı ve aynı zamanda yaya ve bisikletle erişim için fırsatlar da sağlayan verimli bir toplu taşıma sistemi ile karakterize edilen bir kentsel formu” ifade eder (Ewing vd., 2008; Kaido, 2005; Balaban, 2012). Bu kent formunun temelinde kentlerin olumsuz etkilerini sınırlı bir alan içinde tutmak, mevcut kaynakları en verimli şekilde kullanmak ve kentsel hareketliliğin de mümkün olduğunca azaltmak amaçlanır.

Bir kentin yayıldığı alan ne kadar büyürse, kentsel fonksiyonlar arasındaki ulaşım mesafeleri de o kadar artar. Dolayısıyla toplu ulaşımın fizibilitesi de düşer. Bu durumda bireysel çözümler yani özel araç sahipliği artar. Aynı şekilde bir kent ne kadar geniş alana yayılırsa ihtiyaç duyulan altyapı da o kadar genişler. Tüm bunlar ulaşım ve altyapı için harcanan enerji ve atmosfere salınan CO2 miktarlarının artması anlamına gelmektedir. Öte yandan kentin saçaklanarak büyümesi çoğu zaman çevresindeki doğal alanların da giderek yok olmasını beraberinde getirmektedir. Oysa bu alanlar sera gazları açısından doğal yutak alanları durumundadırlar (Suzuki, et al, 2010). Bu nedenle daha az yoğun ve çevresine yayılmış bir kent formu yerine; iyi düzenlenmiş bir arazi kullanımını yansıtan, iyi tasarlanmış kent parçalarının birbiri ile entegre edildiği kompakt bir form sürdürülebilirlik açısından desteklenmektedir.

Toplu ulaşım sistemi, bisiklet ve yaya yolları: Kentler 20. yüzyılın başında tanıştığı otomobil ve lastik tekerlekli diğer araçların baskısı altında uzun yıllardır doğal çevrelerini ve karakterlerini yitirmektedirler. Otomobil hem çok tercih edilen hem de insanları kent çeperlerindeki evlerine götürebilen, hareket özgürlüğü sağlayan bir araçtır. Ancak kentlerde trafik sıkışıklığına, dolayısıyla hareket kısıtlılığına ve kullandığı fosil yakıtlar nedeniyle de karbon emisyonuna yol açmaktadırlar. Küresel CO2 emisyonunun beşte biri ulaşım kaynaklıdır. Bu nedenle sürdürülebilir ve iklim değişikliğine dirençli kentlerin oluşturulmasında ulaşım ile ilgili çözümler çok belirleyici ve kritiktir. Bu konudaki çalışmalar arazi kullanım planlaması ve teknoloji odaklı olarak ele alınabilir. Mekânsal olarak kompakt form ve iyi kurgulanmış bir toplu ulaşım sistemi ve aynı zamanda motorize olmayan ulaşım sistemlerini etkin kılmak gerekir. Burada özel araç talebini azaltacak, yaya ve bisiklet kullanımını teşvik edecek düzenlemeler başlıca stratejilerdir. Teknoloji odaklı çözümler ise fosil yakıtlar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanılan araçların üretimi konusunda odaklanmaktadır.

Yere özgü bina tasarımı ve iklimlendirme: Kentler dünya yüzeyinin %2’sini kapsamasına rağmen dünyadaki toplam CO2 miktarının%70-80’ini açığa çıkarmaktadır. Açığa çıkan bu CO2 miktarının %39’u binalardan salınmaktadır. Bu CO2 miktarı binalarda kullanılan enerjiden kaynaklanmaktadır. Günümüzde nüfus artışına bağlı olarak bina sayısı artmakta, ancak bundan da öte inşa edilen binalarda yöresel ve iklimsel özelliklerin dikkate alınmaması yüksek oranlarda enerji tüketimine yol açmaktadır. Enerji verimliliği açısından yapılarda kullanılan malzeme, yapıların cephe açıklıkları, doluluk boşluk oranları ve yönlenmeleri mimari ölçekte olduğu kadar kentsel tasarım ve planlama ölçeğinde de göz önünde bulundurulması gereken unsurlardır. Binaların bulundukları iklim özellikleri ve zemin yapısı dikkate alınmadan inşa edilmesi de iklim değişikliği konusunda risk unsuru oluşturmaktadır. Soğuk iklim kuşağında yer alan binaların dış cephelerinde mümkün olduğunca pencerelerin küçük olması ve güneş enerjisinden en üst derecede yararlanmak için güneye konumlanması önemli olurken, nemli iklimlerde rüzgârın serinletici etkisinden faydalanmak adına daha geniş pencereler yapılması ve yerleşim dokusunun rüzgâr koridorları oluşturacak şekilde tasarlanması uygundur. Ayrıca iklim bölgelerinin özelliklerine göre binalarda malzeme kullanımı da enerji tasarrufu açısından önemlidir (Zeren, 1959; Berköz, 1973). Öte yandan, rüzgârın hızını kesen bir tasarım aşırı sıcaklıkların yaşandığı günlerde, hava sirkülasyonunu da azaltacağından hava kalitesini düşürecektir. Artan hava kirliliği ve azalan hava kalitesinin astım gibi solunum sistemi ile ilgili hastalıklarda artışa neden olduğu bilinmektedir. Tüm bunlar bugün sağlık politikalarımız içinde çok da fark edilmeyen ancak, kamu sağlığı ve bireysel sağlık açısından oldukça önemli etkileri olan kentleşme ve çevre unsurlarıdır. Dolayısıyla çevreyi esas alan bir planlama ve tasarım bu yönüyle de hayati bir önem taşımaktadır.

Yeşil altyapı ve Yeşil/ekolojik koridorlar: İnsanoğlunun yaşamı gıda, ham madde, temiz su, temiz hava, iklim düzenlemesi, taşkın önleme, tozlaşma ve rekreasyon gibi tabiatın sunduğu faydalara bağlıdır. Bununla birlikte, ekosistem hizmetleri olarak adlandırılan bu faydaların çoğu, yüzyıllar boyunca sanki arzları neredeyse sınırsızmış gibi kullanılmış ve gerçek değerleri ancak iklim değişikliğinin olumsuz etkileriyle karşı karşıya kalındığında fark edilmiştir (AÇA, 2021). Bu farkındalık kent ve bölge ölçeğinde yeşil alanların bir sistem içinde ele alınarak korunmasını ve geliştirilmesini içeren yeşil altyapı kavramını ortaya çıkarmıştır.

Yeşil altyapı; doğal (ör. sulak alanlar, ormanlar, yaban yaşamı habitatları ve suyolları), yarı-doğal (ör. yeşil koridorlar ve parklar), kamu ve özel mülkiyete ait (ör. çiftlikler, tarım alanları ve işletme ormanları) ve dış mekân rekreasyon alanlarının oluşturduğu tüm alanları ifade eder (Benedicts ve McMahon, 2002). O nedenle de yeşil altyapı sistemi mevcut alan kullanımlarından (ör. yerleşimler ve tarım alanları) ayrı olarak değil, bütüncül bir yaklaşımla değerlendirilmelidir (Çetinkaya, 2014). İklim değişikliğine uyum sağlamak ve iklim değişikliğini azaltmak için yeşil altyapı, yağmur suyu akışını kontrol etmek, suyu tutmak, selleri ve fırtına dalgalanmalarını önlemek, deniz seviyesinin yükselmesine karşı savunmak, doğal afetleri karşılamak, ortam sıcaklıklarını düşürmek ve kentsel ısı adalarının etkilerini azaltmak gibi çeşitli görevleri yerine getirir. Bugün kentlerde sıklıkla karşılaştığımız su baskınlarının en önemli nedeni, doğal yeşil koridorların dikkate alınmadan, taşkın alanları üzerine yapılaşmalara izin verilmesi ve aynı zamanda yeşil alan miktarının da giderek azalmasıdır. 

Kentsel tarım: Kentsel tarım, günümüzde, sürdürülebilir kentsel gelişme politikaları içinde üretken kentsel alanların oluşturulmasına ve kendini besleyen kentlerin yaratılmasına yönelik önemli stratejilerden biri hâlini almıştır (Kaldjian, 2005). Modernist plancılar 20. yüzyıl başlarında kent içindeki tarım faaliyetlerinin oluşturduğu kirliliği bertaraf etmek için tarım faaliyetlerini kentten uzaklaştırmışlardır. Bu durum tarımın kırsal bir faaliyet niteliği kazanmasına yol açmıştır.

Sanayileşme sonucu kentli insanın topraktan uzaklaşması ve besin ihtiyacını büyük oranda kırsal alanlardan taşınan tarım ürünleri ile karşılar hâle gelmesi kentlerin bağımlılığını artırmış; savaş, kıtlık, pandemi gibi olumsuzluklar karşısında direncini zayıflatmıştır. Öte yandan, hızlı ve plansız kentleşme sonucu kent merkezleri ve çeperlerinde ekonomik, ekolojik ve sosyal sorunlar giderek artmıştır. Kentsel tarım, kentli insanı yeniden toprak ile buluşturup tarımsal üretime katmak ve bu sayede ekonomik olarak zayıf kesimlerin sağlıklı gıdaya erişimini desteklemek, sosyal olarak kırılgan olan kesimlerin iş gücüne dâhil olmasını sağlamak, kentlerin içinde aktif yeşil alanların miktarını artırarak ekolojik tahribatı azaltmak ve iklime duyarlı dirençli kentler oluşturmak için önemli bir araç (Nordahl, 2009; Hodgson vd., 2011; Orsini vd., 2013) hâlini almıştır.

Tarihsel süreçte kentsel tarım, ancak dünya savaşları sırasında “zafer bahçeleri” şeklinde veya çevre hareketlerinin bir yansıması olarak (Mok vd., 2014) ve son zamanlarda Kovid-19 salgınında olduğu gibi kriz dönemlerinde daha çok şehirlerin gündemine gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’da şehir sakinlerinin aç kalma ya da kendi yiyeceklerinin bir kısmını yetiştirme seçeneğine sahip olduğu tahsisli bahçelerin (Schrebergaerten) kent içindeki yutak alanları artırdığı, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de “zafer için kazma” (Dig for Victory) hareketinin birçok kentsel alanın tarım arazisine dönüştürülmesine yardımcı olduğu bilinmektedir (Deelstra ve Girardet, 2000). Yakın geçmişte yaşadığımız Kovid-19 salgını son derece çarpıcı bir şekilde şehirlerin kırılganlığını ortaya çıkarmış ve böylesi krizlerin gelecekte ve sıklıkla karşılaşılabileceği yönündeki uyarılar acilen kentlerin dayanıklılığını artıracak planlama ve tasarım ilkelerinin hayata geçirilmesi yönünde yerel yönetimleri harekete geçirmiştir. Öte yandan dünyanın bazı noktalarındaki sürekli yüksek seyreden işsizlik oranları, pek çok insanın zamanlarının bir bölümünü gıda üretimine ayırmak gibi yeni hayatta kalma tekniklerine uyum sağlamasını ya da bunları benimsemesini gerektirmeye başlamıştır. Dolayısıyla kentsel tarım, kentlerin sürdürülebilirliğine sosyal, ekonomik ve çevresel olmak üzere çeşitli şekillerde katkıda bulunması yönüyle kentsel alanların planlanmasında önemli bir bileşen olarak görülmektedir.

Yenilenebilir enerji kullanımı: Enerji, günümüzde uluslararası politik açısından son derece kritik bir konudur. Sürdürülebilirlikle bağlantılı olarak enerji konusunda ilk akla gelen üretilen ve kullanılan enerjinin, yenilenebilir enerji kaynakları olmasıdır. Bu sayede hava kirliliği ve küresel ısınmanın nedeni olan karbon emisyonun azaltılması ve hatta ortadan kaldırılması beklenmektedir.

Yenilenebilir enerji kaynakları denilince akla ilk önce güneş enerjisi, jeotermal enerji, rüzgâr enerjisi ve hidrolojik enerji türleri gelmektedir. Bireysel olarak kentsel alanlar içinde ya da daha büyük miktarlarda üretim için kentsel alanlardan uzak mesafelerde kurulan santraller ile enerji üretimi sağlamak mümkün olmaktadır. Bu kaynaklardan hangisinin kullanılacağı ya da yoğunluğu kentin bulunduğu coğrafi bölgenin özelliklerine göre farklılık gösterir. Örneğin ülkemizde, Orta Anadolu ve güney bölgelerde güneş enerjisi, Batı Marmara ve Ege Bölgelerinde rüzgâr enerjisi daha ön plana çıkmaktadır.

Ulaşım sistemlerinde de enerji kaynağı olarak yenilenebilir kaynaklar kullanılmaktadır. Toplu taşıma araçları elektrik ve biyogaz gibi kaynaklar ile çalışmaktadır. Bunların yanı sıra mimari ölçekte, sıfır enerji yapı veya enerji verimli yapı uygulamaları yaygınlaşmaktadır.

Atık yönetimi ve geri dönüşüm: Sera gazı etkisi yaratan önemli bir gaz da metandır ve metanın en önemli kaynağı atıklardır. Atık miktarının azaltılması, yeniden kullanımı ve geri dönüştürülmesi kıt kaynakların tasarruflu kullanılması ve enerji elde edilmesi boyutlarıyla önemli bir sürdürülebilirlik kriteridir. Atık sahaların düzenlenmesi, metan gazının buralarda tutularak enerjiye dönüştürülmesi iklim değişikliği ile mücadelede etkin sonuçlar vermektedir. Pek çok alanda geri dönüşüm ve atık yönetimi üzerine çalışmalar yapılmakta ve ekonomik kalkınma açısından da döngüsel bir ekonomik kalkınma önerilmektedir.

Yapılaşmış çevre açısından binaların inşası, kullanımı ve yıkımı gibi fiziksel ömrü boyunca ortaya çıkan atıkların azaltılması günümüzde gelişmiş ülkelerin özellikle üzerinde durduğu konulardandır. Bu bağlamda binalarda ahşap, cam, çelik gibi dönüştürülebilen ve yeniden kullanımı mümkün olan malzemelerin tercih edildiği, daha az enerji harcayan tasarımlar üzerinde çalışmalar yapılmaktadır.

Su kullanımında tasarruf ve verimlilik: Kentler artık çok daha fazla su ile ilgili problemlerle karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle de ortalama gelir düzeyi düşük, kentleşmenin hızlı olduğu Asya ve Afrika ülkeleri açısından bu sorun hayati bir önem taşımaktadır (Cobbinah ve Erdiaw-Kwasie, 2015). Su sadece temel bir kamu hizmeti değil, aynı zamanda kentsel çevrenin iyileştirilmesi için de bir araç olarak görülmektedir Örneğin yağmur suyunu denetlemek için doğal yöntemlerin kullanılması; altyapı üzerindeki yükü azaltmakta, doğal alanları iyileştirmekte ısı adalarının etkilerini azaltmakta ve yaşanabilir bir kentsel çevre oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır.

Suyun tasarrufu ve yeniden kullanılması için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Yağmur suyu hasadı, arıtma ve su kullanımını azaltan yöntemler ve teknolojiler sürdürülebilir kentlerin temel bileşenlerindendir. Günümüzde sert zemini, yani geçirimsiz alanları fazla olan kentsel alanlarda yağmur suyu, toprağa süzülemeden ve yeraltı sularını besleyemeden yitirilen bir doğal kaynaktır. Bu önemli kaynağın hem yeraltı sularını beslemesi hem de tarımsal ve rekreatif alanları sulamada ve diğer su kullanımı gerektiren alanlarda kullanımı sağlanmalıdır (Okumuş, 2016).

Öte yandan, atık suyun enerji üretiminde kullanımını ve su tasarrufunu sağlayacak akıllı sistemlerin devreye sokulması gerekmektedir. Kentsel altyapının su tüketimini ve yeniden kullanımını destekleyecek bir biçimde geliştirilmesi yönündeki çalışmalar bugün, uzak mesafelerdeki kaynaklardan su temin etmek yerine yağmur suyu ve geri dönüştürülmüş yerel kaynakların, bağımsız ve tek amaçlı sistemler yerine entegre ve çok amaçlı sistemlerin kullanımına doğru bir yöneliş mevcuttur. Bu değişiklikler ise kent planlamayı ve su yönetimindeki kurumsal yapıları da önemli ölçüde etkilemektedir.

Kültürel mirasın korunması: Sürdürülebilirliğin ekonomik kalkınma, sosyal eşitlik ve çevre koruma olmak üzere üç sacayağı olmakla birlikte zamanla, kültürel değerlerin korunması dördüncü unsur olarak benimsenmiştir. TDK sözlüğünde kültür, “tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olarak tanımlanmaktadır. Kültürel değerlerin korunması zamanla “kültürel miras” kavramını ortaya çıkarmıştır. Kültürel miras, bir grubun veya toplumun geçmiş nesillerden devraldığı somut ve somut olmayan varlıkların mirası olarak tanımlanmaktadır. Geçmiş nesillerden kalan tüm unsurlar “miras” değildir; miras daha ziyade toplum tarafından yapılan seçimin bir ürünü (Williams, 2007) olarak kabul edilmektedir. Bu tanımlardan hareketle kültürel miras; somut (yapılar, anıtlar, manzaralar, sanat eserleri ve eserler gibi), somut olmayan (folklor, gelenekler, dil ve bilgi gibi) ve doğal (biyolojik çeşitlilik ve kültürel açıdan önemli manzaralar gibi) olmak üzere üçe ayrılmaktadır. (Sullivan, 2016).

Kültür ve kültürel mirasla ilgili bu tanımlar ve sınıflandırmalar her iki kavramın da çok kapsamlı olduğunu ve doğal, toplumsal ve yapılaşmış çevrenin bir bütün olarak değerlendirilmesi gereğini de ortaya koymaktadır. Dolayısıyla sürdürülebilirlik stratejilerinin kültürel mirasın korunmasından bağımsız düşünülemeyeceği de açıktır. Burada kritik olan tüm bu değerlerin günümüz hayat şartları ile bağdaştırılarak yaşatılmasıdır. İklim değişikliği ile mücadelede binaların enerji verimliliklerini artırmak önemli bir etkendir. Öte yandan, mevcut yapı stoklarının etkin bir şekilde kullanılması ve böylece kentin saçaklanmasının önlenmesi de sürdürülebilir gelişme stratejilerinin başında gelmektedir. Bu bağlamda kültürel miras niteliğindeki yapıların yenilenerek kullanılması CO2 emisyonunu ve altyapı maliyetlerini azaltıp enerji tasarrufu sağlamış olacaktır.

Kentsel dönüşüm: Kentsel dönüşüm sadece depreme dayanıklı binalar oluşturmak için değil iklim siyaseti açısından da günümüzün önemli araçlarından biridir. Kentin ortasında kalmış eski yapı stokunun makul yoğunluklarla yenilenmesi, kentlerin çevrelerine doğru yayılmasının önlenmesi, buralardaki yapıların enerji verimli bir şekilde inşa edilmesi ve toplu ulaşım ile entegre edilmesi, sürdürülebilir kentler oluşturmada etkin bir stratejidir. Sadece konut alanlarının değil, artık işlevini kaybetmiş, teknolojik gelişmeler ve yer seçimi kararlarındaki değişimlere bağlı olarak kent merkezlerini terk etmiş alanların (sanayi, liman gibi) dönüşümü de karma ve kompakt arazi formlarını oluşturmak için ya da kent içinde yetersiz olan sosyal ve rekreatif kullanımları genişletmek için bir fırsat sağlamaktadır. O nedenle kentsel dönüşüm, yıkıp yerine daha sağlam binalar yapmak şeklindeki uygulamalardan sürdürülebilir, iklim değişikliğini önlemeye, kimlik ve kültürel değerleri yaşatmaya yönelik kapsamlı bir politikalar çerçevesinde ele alınmalıdır.

 

Sonuç Yerine

Çevre problemleri günümüzün en önemli meselelerinden biri hâlini almıştır. Kentlerin kapasitelerini aşan hızlı nüfus artışı ve kentleşme, özellikle iklim değişikliğine bağlı pek çok afetle karşı karşıya kalmamıza yol açmakta ve bu afetlerde tüm dünyada ve ülkemizde her yıl binlerce can kaybı ve milyonlarca lira maddi hasar meydana gelmektedir.

Sanayileşme sonrası kentlere olan yoğun göçler ve sonrasında kentlerdeki yapısal değişiklikler, 20. yüzyılın başından itibaren kent planlamanın temel konusunu oluşturmuştur. Yarım asrı aşkın süredir ise bu durumun yarattığı çevre tahribatının, insanoğlunun varlığını tehdit edecek boyutlara vardığı ve hükûmetlerin ivedilikle tedbir alması gerektiği hem bilimsel yayınlarda hem de milletlerarası platformlarda yüksek sesle dile getirilmektedir. Hiç de azımsanmayacak bu süreçte bunca uyarılara, imzalanan sözleşmelere, anlaşmalara karşın kritik eşikler hızla aşılmakta ve insanoğlu freni patlamış bir otomobilde hareket ediyormuşçasına yerkürenin adeta ölümünü seyretmektedir. Bu süreçte tarihsel olarak çevrenin tahribinden sorumlu gelişmiş ülkeler hâlâ gerekli adımları atmakta çekimser kalmakta ve ne yazık ki çevre sorunlarının yarattığı sonuçlardan en çok az gelişmiş ülkeler ve kentleri etkilenmektedir.

Uluslararası düzlemde çevre sorunları ve özellikle de iklim değişikliği ile mücadele için bulunan sihirli kelime “sürdürülebilirlik” olmuştur. Ekolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutları olan kavramın temelinde “kuşaklararası adalet” yatmakta ve özellikle enerjinin nasıl kullanıldığı ve geri dönüşüm konuları anahtar rol oynamaktadır. Enerjinin en yoğun kullanıldığı yerler ise kentlerdir. Hızla artan nüfusa gerekli olan altyapı ve üstyapılar için kullanılan enerji, iklim değişikliğine sebep olan sera gazı etkisini en çok artıran unsurdur.

Kentlerin yerleşmesindeki ekonomik, sosyal ve ekolojik sorunlar karşısında bulunan çözümler son yirmi yılda kentleri önemli bir aktör hâline getirmiştir. Aslında sorunu yaratan ve sorundan en fazla etkilenen yerler kentlerdir. Bu çerçevede gerek bölge, kent ve kentsel tasarım ölçeklerinde birtakım ilkeler benimsenmiştir. Yenilenebilir enerjilerin kullanımı, çevresine fazla yayılmayan daha kompakt bir kent formu, kente dair işlevlerin bir arada yer aldığı karma arazi kullanımı, iklimi ve yerleşimin coğrafi özelliklerini dikkate alan yapı ve yerleşim tasarımları, toplu ulaşım sistemleri yanı sıra yaya ve bisiklet kullanımını teşvik edecek düzenlemeler, kent ve bölge içindeki ekolojik koridorların korunması, sürekliliği olan yeşil akslar oluşturulması, kentsel tarımın yaygınlaştırılması gibi tedbirler, akla ilk gelenlerdir.

Ülkemiz açısından ise durum çok daha kritiktir. Bulunduğumuz coğrafi konum pek çok avantajlar sunmakla birlikte ülkemizin, Akdeniz Havzası’nın iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek sıcak noktalardan biri olması, ivedilikle tedbir alınmasını zorunlu kılmaktadır. Yeşil dönüşüm adı altında ulusal düzeyde başlatılan çalışmaların daha etkin uygulanmasının yanı sıra yerel yönetimler nezdinde ve özellikle kentleşme politikalarını kapsayacak şekilde de ele alınması faydalı olacaktır. Bugün yerel yönetimlerce hazırlanan iklim eylem planlarının sadece atıkların geri dönüşümünü sağlamaya yönelik uygulamalardan öte, mekânsal planlarla da ilişkisi kurularak yeni yapılaşmalarda bu ilkelere göre planlama, tasarım ve uygulama yapılmasını sağlayacak yaptırım gücü olmalıdır. Tabii tüm bunların gerçekleştirilmesi aynı zamanda siyasi bir kararlılığı ve samimiyeti de gerekli kılmaktadır. Sürekli kentleri büyütmeye yönelik anlayışın artık nüfusun dengeli dağılımını, kentlerin çevresindeki tarım topraklarının ve ekolojik olarak hassas alanların korunmasını ve yaşam kalitesinin yükselmesini önceleyen bir yapıya evirilmesinin; insanlığın, ülkenin ve milletin geleceği için hayati olduğu bilincine varılması şarttır.

 

Kaynakça

AÇA (Avrupa Çevre Ajansı) (2021). https://www.eea.europa.eu/tr/articles/yesil-altyapi-dogaya-dayali-cozumlerle

BALABAN, O. (2012). Clımate Change and Cities: A Revıew on the Impacts and Policy Responses. METUJFA, (29:1), pp. 21-44.

BENEDICTS, M.A ve McMahon, E.T. (2002). Green infrastructure: Smart conservation for the 21st century. Renewable Resources Journal, 20 (3), pp. 12-17.

BERKÖZ, E. (1973). Binaların Yönlendiriliş Durumlarının Belirlenmesi. Doçentlik Tezi, İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi.

CARADDONA, J. (2014). From Concept to Movement. Sustainability. A History, Oxford: University Press.

CARSON, R. (2004). Sessiz Bahar (Çev. Prof. Dr. Çağatay Güler). Palme Yayıncılık.

CERVERO, R. (1996). Mixed Land-uses and Commuting: Evidence from the American Housing Survey. Elsevier Science, (October) Vol. 30, No. 1 pp. 361-377.

ÇETİNKAYA, G. (2014). Kentsel Peyzaj Ekolojisinin Sürdürülebilirliği İçin Yenilikçi Bir Yaklaşım: Yeşil Altyapı ve Planlama Politikası. İdealkent, 12, s. 218-245.

COBBINAH, P.B., Erdiaw-Kwasie, M.O., (2015). Rethinking sustainable development within the framework of poverty and urbanisation in developing countries. Environmental Development. 13, pp. 18–32.

DEELSTRA, T., Girardet H. (2000). Urban agriculture and sustainable cities (Ed. N. Bakker, M. Dubelling, S. Gundel, V. Sabel-Koschella, and A. Zeeuw). Growing Cities, Growing Food: Urban Agriculture on the Policy Agenda., Feldafing, Germany: Food and Agriculture Development Centre (ZEL).

DOWIE, M. (1995). Losing Ground: American Environmentalism at the Close of the Twentieth Century, MIT Press.

EHRLICH, P., Ehrlich A.H. (1968). The Population Bomb. Sirerra Club/Ballantine Books.

EWING, R., Keith, B., Steve, W., Jerry, W., Don, C. (2008). Growing Cooler: The Evidence on Urban Development and Climate Change. Washington, DC: Urban Land Institute, Smart Growth America, Center for Clean Air Policy, and National Center for Smart Growth Education and Research.

HODGSON, K, Campbell, M.C. and Bailkey, M. (2011). Urban Agriculture: Growing Healthy, Sustainable Places. American Planning Association, Planning. Advisory Service Report. 563. Chicago. IL.

KAIDO, K. (2005). Urban Densities, Quality of Life and Local Facility Accessibility in Principal Japanese Cities (içinde (Ed.) Jenks, M. and Dempsey, N.). Future Forms and Design for Sustainable Cities, Great Britain: Elsevier; pp. 311-37.

KALDJIAN, P., (1997). Istanbul: Opportunities in urban agriculture. Arid Lands Newsletter, Vol.42, Arizona University, USA.

MOIR, E., Moonen, T., Clark, G. (2014). What are future cities? Origins, meanings and Uses. https://assets.publishing.service.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/337549/14-820-what-are-future-cities.pdf

MOK, H.-F., V.G. Williamson, J.R. Grove, K. Burry, S.F. Barker, and A.J. Hamilton (2014). Strawberry fields forever? Urban agriculture in developed countries: A review. Agronomy for Sustainable Development, 34(1) pp. 21–43.

NORDAHL, D. (2009). Public Produce: The New Urban Agriculture. Washington, DC: Island Press.

ORSINI, F, Kahane R, Nono-Womdim R & Gianquinto G. (2013). Urban agriculture in the developing world: a review. Agron Sustain Dev, 33, pp. 695–720.

OKUMUŞ, G. (2016). Yeşil Kentler. https://www.skb.gov.tr/yesil-kentler/

SULLIVAN, Anna M. (2016). Cultural Heritage & New Media: A Future for the Past, 15 J. Marshall Rev. Intell. Prop. L. 604.

SUZUKI, H., Dastur, A., Moffatt, S., Yabukı, N., Maruyama, H. (2010). Eco2 Cities: Ecological Cities as Economic Cities. The World Bank: Washington DC.

United Nations Department of Economic and Social Affairs. Population Division. (2010). World Urbanization Prospects: The 2009 Revision, UN.

WCED (World Commission on Environment and Development) (1987). Report of the World commissionon environment and development: our common future. Oxford University Press, Oxford.

WILLIAM, L. S. (2007). Closing Pandora’s Box: Human Rights Conundrums in Cultural Heritage (Ed.: In Silverman, Helaine; Ruggles, D. Fairchild). Cultural heritage and human rights. New York, NY: Springer.

ZEREN, L. (1959). Mimaride Güneş Kontrolü. İstanbul: İTÜ Mimarlık Fakültesi Yayını.