Düşünce Dergisi > Sinema |

film değerlendirmesi maden emek sömürü döngüsü ve sınıf bilinci

film değerlendirmesi: maden emek, sömürü döngüsü ve sınıf bilinci

Yavuz Özkan’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği, 1978 yapımı Maden; emek-sermaye çelişkisini merkeze alan ve Türkiye’de politik sinemanın önemli yapıtları arasında gösterilen çarpıcı bir filmdir.

MADEN

Maden

Yönetmen-senaryo-yapımcı: Yavuz ÖZKAN,

Görüntü Yönetmeni: İzzet AKAY,

Oyuncular:

Cüneyt ARKIN, Tarık AKAN, Hale SOYGAZİ, Halil ERGÜN, Meral ORHONSOY,

Baki TAMER,

Yıl: 1978, Süre: 158’

 

Filmin Hikayesi

Yavuz Özkan’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği, 1978 yapımı Maden; emek-sermaye çelişkisini merkeze alan ve Türkiye’de politik sinemanın önemli yapıtları arasında gösterilen çarpıcı bir filmdir. Güvencesiz ve ağır çalışma koşullarına mahkûm edilen maden işçilerinin, sermaye sahipleri ve onların işbirlikçilerine karşı verdiği sınıf mücadelesini gerçekçi bir anlatımla ele alan film, işçi sınıfının bilinçlenme sürecini etkileyici bir şekilde yansıtır.

Bağımsız ve düşük bütçeli bir yapım olmasına rağmen Tarık Akan, Cüneyt Arkın ve Hale Soygazi gibi dönemin ünlü oyuncularını bir araya getiren Maden, yalnızca bir işçi direnişini anlatmakla kalmaz aynı zamanda sınıf bilincine erişememiş işçilerin, sistemin dayattığı sömürü düzenine nasıl hapsedildiğini de gözler önüne serer.

Kütahya’nın Tunçbilek ilçesindeki gerçek bir maden ocağında çekilen Maden, yalnızca işçilerin zor çalışma koşullarını değil; onların aile yaşamlarını, sokaktaki mücadelelerini ve toplumsal dönüşüm süreçlerini de kapsayan bütünlüklü bir sınıfsal perspektif sunar. Film, dönemin Yeşilçam kalıplarından sıyrılarak işçi sınıfının mücadele dinamiklerini merkeze alması ile Türk Sineması’nda farklı bir yerde konumlanır. Bu başarısı, 15. Altın Portakal Film Festivali’nde aldığı ödüllerle de tescillenmiştir. Maden, En İyi Film ödülüne layık görülürken; filmdeki güçlü performanslarıyla Tarık Akan (En İyi Erkek Oyuncu), Hale Soygazi (En İyi Kadın Oyuncu) ve Meral Orhonsoy (En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu) da festivalden ödülle dönmüştür. Seyirciden de büyük ilgi gören film, işçi sınıfının sinemadaki temsili açısından dönemin en çarpıcı yapımlarından biri olarak kabul edilmekte ve günümüzde de işçi mücadelesi ekseninde yapılan film analizlerinde önemli bir referans noktası olmaya devam etmektedir.

Maden’in yapım süreci de en az anlatısı kadar dikkat çekicidir. Film, yalnızca işçi mücadelesini anlatan bir yapım olmanın ötesine geçerek, doğrudan işçilerin desteğiyle hayata geçirilmiştir. Yapım aşamasında Yeraltı Maden-İş Sendikası ile iş birliği yapılmış ve film, işçilerin aidatlarıyla finanse edilmiştir. Ayrıca sendika, sansür kuruluna gitmeden önce filmi izlemek için Yavuz Özkan’dan Maden’in bir kopyasını da talep etmiştir. Dönemin ağır sansür uygulamaları göz önüne alındığında bu talep büyük bir risk taşısa da Yavuz Özkan bu riski göze alarak filmin doğrudan işçilere ulaşmasını sağlamıştır. Bunun üzerine sendika, Maden’i, örgütlü olduğu Zonguldak, Sivas (Divriği), Malatya (Hekimhan), Erzurum (Aşkale) ve Amasya (Yeniçeltik) gibi maden bölgelerinde işçi eğitimi için kullanmayı planlamış ve kopyalar ellerine ulaşır ulaşmaz bir projeksiyon cihazı edinerek seyyar bir beyaz perde ile maden ocaklarının bulunduğu köy ve kasabaları gezmeyi hedeflemiştir. Böylece Maden, yalnızca sinema salonlarında izlenen bir eser olmaktan çıkıp doğrudan işçilere ulaştırılan ve onların mücadelesine katkı sağlayan bir araç haline gelmiştir. Sinemanın sadece bir anlatım biçimi değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm için de güçlü bir araç olabileceğini kanıtlayan Maden filmi hem üretim sürecindeki dayanışması hem de işçi sınıfının sesi olma misyonuyla Türk sinema tarihinde eşsiz bir yer edinmiştir.

Maden

Kader mi, Sermayenin Yazgısı mı?

Film, madenin karanlığıyla açılır. İlk olarak işçilerin baretlerinden süzülen soluk ışıklar belirir, ardından yankılanan ayak sesleri duyulur. Bu ritmik ve sert adımlar, işçilerin asker disiplininde ve zorlu koşullar altında çalıştırıldığını hissettirmektedir. Ancak bu düzeni aniden çalan keskin bir alarm sesi ile dehşet dolu çığlıklar bozar. Yetersiz güvenlik önlemleri nedeniyle yaşanan bir kaza sonucu madende bir işçi hayatını kaybetmiştir. Bu ölüm, acımasız kapitalist üretim ilişkilerinin kaçınılmaz bir sonucudur. İşçiler; yenilenmeyen, eski ve ilkel araçlarla, iş güvenliği sağlanmadan, insan hayatının hiçe sayıldığı koşullarda madende çalışmaya zorlanmaktadır. Patronlar için ise önemli olan, üretimin sürmesi ve maksimum verimin elde edilmesidir.

İşçiler, sessiz bir isyanın yükünü omuzlarında taşıyarak arkadaşlarının cansız bedenini madenden çıkarır. Hayatını kaybeden maden işçisinin eşinin, müzik olmadan yalnızca kendi sesiyle söylediği ağıt, filmin gerçekliğini artırırken işçilerin örgütsüzlüğünün ve sömürü düzenine mahkûmiyetlerinin bir yansımasını duyumsatmaktadır.

 

İşçi Bilincinin Bastırılması

Hikâyenin kıvılcımını ateşleyen bu ölümün ardından işçiler, madenin çayhanesinde toplanır. İşçilerin sınıf bilincine varmasını sağlamaya çalışan İlyas (Cüneyt Arkın), suskunluğu bozarak şu sözleri haykırır: “Şu beş senede grizuda, göçükte, su baskınında kaybettiğimiz adamın haddi hesabı yok. Gümbür gümbür gidiyorlar. Arkalarından üç gün acınıyoruz, sonra eski tas eski hamam.”

İlyas’ı dinleyen işçilerden biri, “Mukadderat be İlyas Ağabey, ecel gelmiş cihana, baş ağrısı bahane.” diyerek işçilerin madendeki ihmalleri ve ölümleri kader olarak gördüğünü ve durumu sorgulamak yerine kabullenerek geçiştirdiklerini ifade etmektedir. Bu sözler, işçilerin sınıf bilincinden koparılmış ve edilgenleştirilmiş olmalarının bir yansımasıdır. İşçilerin maruz kaldıkları ağır çalışma koşulları ve ölümcül iş kazaları, sermayenin kâr hırsının bir sonucu olmasına rağmen bu durum, sistem tarafından “kader” söylemiyle meşrulaştırılarak emekçilerin direniş gücü kırılmaktadır. Bunun üzerine İlyas, ölümlerin kader olmadığını vurgulayarak isyan eder: “Ölenlere bak, hepsi genç, hepsi çakı gibi, taşı sıksalar suyunu çıkarırlardı. Ecel hep bizi mi buluyor, be?” dese de bir işçi, onun bu çıkışına hemen karşılık verir: “Tövbe de İlyas.” Bu diyalog, İlyas her ne kadar işçilerin ölümlerinin kader değil, ağır çalışma koşulları ve iş güvenliği ihmalleriyle ilgili olduğunu savunsa da işçilerin yaşananları dinsel bir çerçevede değerlendirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Onlar için kazaların sebebi, mevcut üretim ilişkileri ya da patronların ihmalkârlığı değil, Tanrı’nın yazgısıdır. Bu yaklaşım, filmin alt metnindeki güçlü bir ideolojik mesajın da altını çizmektedir. İşçilerin kazaları sorgulamaktan kaçınmaları, dinsel bir perspektifle kutsallaştırılmış bir kader anlayışına dayanmakta ve bu sorgulamanın günah sayılacağı inancı, işçilerin bilinçlenmesini engelleyen önemli bir faktör olarak sunulmaktadır.

Sahnenin devamında İlyas, yaşananların alın yazısı değil, patronun yazısı olduğunu vurgulamak için çarpıcı bir örnek verir. İbrahim Dayı’nın “Çalışırken başıma bir ağrı saplandı, kusmaktan içim dışıma çıktı.” sözlerini hatırlatarak şöyle der: “Bu ne demek? Çalıştığı yerde gaz vardı. Gaz olan yerde işçi çalıştırılır mı? Şimdi söyleyin bakalım, bunun neresi alın yazısı? Bu bal gibi patronun yazısı!” İlyas’ın bu ifadeleri, kapitalist üretim ilişkilerinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümünü gözler önüne sererken, işçilerin sermayenin çıkarları uğruna sistematik bir şekilde sömürüldüğünü de güçlü bir biçimde vurgulamaktadır.

İlyas, maden ocağındaki ihmaller sonucu işçi arkadaşlarının hayatını kaybetmesinin ardından, işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, güvenlik önlemlerinin artırılması ve üretimde son teknolojilerin kullanılmasıyla güvencesizliklerin önüne geçilmesi gerektiğini savunur. Bu doğrultuda, madene müfettiş çağırmak için imza toplamaya başlar. Ancak bu süreçte, işçi sınıfının içinde bulunduğu koşulları sorgulamaktan ne kadar uzaklaştırıldığını ve sınıf bilincinden nasıl koparıldığını gösteren çarpıcı bir sahne yaşanır. İmza toplanırken işçilerden biri alaycı bir tavırla müfettişin kendisini ilgilendirmediğini, asıl ilgilendiği şeyin maden ocağının yanında kurulan kumpanya çadırındaki dansöz olduğunu söyler. Bu sözler, işçilerin kendi yaşamlarını belirleyen koşullara karşı duyarsızlaştığını, mücadele girişimlerini ciddiye almadıklarını ve sistemin sunduğu geçici eğlencelerle oyalanmaya yönlendirildiğini yansıtmaktadır. Bu bağlamda sahne, sistemin işçileri edilgen hale getirme ve mücadele bilincini baskılama stratejisinin bir sonucu olarak okunabilmektedir.

Maden

Kadın Emeğinin Sömürüsü:

Halkacı Kadın Temsili

Maden ocağının yanına kurulan kumpanya çadırı ise yalnızca işçilerin değil, kadın emeğinin de sömürüldüğünü göstermektedir. Bu kadınların arasında yer alan ve gündüzleri erkeklerin attığı halkaları toplarken, geceleri ise sahneye çıkıp şarkı söylemek zorunda kalan Halkacı Kadın temsili de yalnızca işçi sınıfının emek gücünün değil, aynı zamanda kadın emeğinin de nasıl sömürüldüğünü belirgin biçimde yansıtmaktadır. Kapitalist sistemde hem işçiler hem de kadınlar, sermayenin çıkarları doğrultusunda farklı biçimlerde sömürülmektedir. Erkek işçiler, fiziksel emekleri üzerinden üretim sürecinin bir parçası haline getirilirken, kadınlar ise hem bedensel hem de duygusal emekleriyle sistemin çarkları arasında sıkışıp kalmaktadır.

 

İşçi Sınıfının Görünmez Gücü

İşçilerin temsilcisi olarak seçilmiş olmasına rağmen, maden patronunun çıkarlarını savunan sendika başkanı, müfettiş getirme fikrinden işçileri vazgeçirmek ve onların gözlerini boyayarak mevcut koşullara boyun eğmelerini sağlamak amacıyla bir sendika toplantısı düzenler. Bu sahnede, sendika başkanının hamaset yüklü konuşmasından sonra İlyas, emek bağlamında öne çıkan ve filmde belli aralıklarla tekrarladığı cümlelerini bir kez daha dile getirir: “Aslında hepimiz çok işe yarıyoruz ama işe yaradığımızın farkında değiliz.” sözleriyle, dünyayı var edenin, işçi sınıfının emeği olduğunu ve bu gerçeğin işçilerin farkındalığından kaçtığını vurgular. İlyas, konuşmasını şu sözlerle de derinleştirir: “Bu dünyayı biz kuruyoruz ellerimizle, bunun şakası var mı? Tohumu toprağa atan biziz, bunun şakası var mı söyle, söyle bana, demiri potada kim eritiyor, çeliğe kim su veriyor?”. Bu ifadeler, tarımdan ağır sanayiye kadar her üretim aşamasında işçi sınıfının etkin olduğunu ve onların emeği olmadan bu düzenin sürdürülemeyeceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. İlyas, işçi sınıfının sermayedarlardan daha güçlü olduğunu ve sermayedarların işçilerin emeğine bağımlı olduklarını vurgulayarak, işçilere kendi güçlerini hatırlatmaktadır. Bu söylem, tüm dünyanın işçi sınıfının emeğiyle inşa edildiğini ve bu emeğin ne kadar hayati olduğunu ön plana çıkarmaktadır.

İlyas, işçiler için büyük bir mücadele verirken, en yakın arkadaşlarından biri olan Nurettin bile bu mücadelenin farkında değildir. Halkacı Kadın gibi geçici eğlencelere yönelerek sistemin sunduğu anlık kaçışlara sığınmakta ve işçi sınıfının gerçek sorunlarını sorgulamaktan kaçınmaktadır. Bu sırada İlyas, işçilerin arasında adeta bir lider gibi sesini yükselterek onları birlik olmaya ve mücadele etmeye çağırır. Ancak onun bu yükselen sesi, patronlar için büyük bir tehdit haline gelir. İşçileri uyandırmaya ve haklarını talep etmeye teşvik eden İlyas’ı susturmak isteyen patronlar, onu fabrikanın girişinde vurdurur. Kanlar içinde yere yığılan İlyas hastaneye kaldırılır ancak bu saldırı işçileri korkutmak bir yana, onların arasındaki dayanışmayı daha da güçlendiren bir kıvılcım haline gelir. İlyas’ın uğruna mücadele verdiği bilinç, artık daha güçlü bir şekilde yayılmaya başlar. 

Maden

Sınıf Bilincinin Uyanışı

İlyas hastanede yatarken onun sorumluluğunu üstlenen Nurettin, mücadelenin başarıya ulaşamayacağını ve emeklerinin karşılığını almanın imkânsız olduğunu dile getirse de İlyas, pes etmenin bir seçenek olmadığını vurgulayarak, bu mücadeleyi kazanmak zorunda olduklarını hatırlatır. İşçi sınıfının emeği olmadan üretimin var olamayacağını ve bunun farkına varılmadıkça sömürü düzeninin devam edeceğini vurgular. Bu diyalog sırasında, madeni işleten patron ve sendika yetkililerinin hastaneye gelerek İlyas ile anlaşma yolları aramaya çalışması, Nurettin için büyük bir farkındalık yaratır çünkü patronların işçi sınıfının mücadelesinden gerçekten korktuğunu ve bu mücadelenin onlar için bir tehdit oluşturduğunu kavrar. Dolayısıyla bu karşılaşma Nurettin’in sınıf mücadelesinin haklılığına ve emeğin gücüne olan inancını pekiştirir. Bunun üzerine Nurettin evinin karanlık duvarlarını beyaza boyar. Bu sembolik eylem, onun artık geçici eğlenceler ve kayıtsızlıktan uzaklaşıp emeğin değerini ve mücadelenin ciddiyetini kavradığını simgelemektedir. Nurettin daha önce anlık hazlarla oyalanırken şimdi emeğinin gerçek anlamını fark etmiş ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin bir parçası olmaya karar vermiştir.

Maden

İlyas’ın Kaybı ve Sınıf Mücadelesinin Kaçınılmazlığı

Birkaç gün sonra İlyas hastaneden çıkar ve işinin başına döner. Ancak işçiler için sömürü düzeni değişmemiştir. Maden yetkilisi, 17. ve 18. ocaklarda acil bakım gerektiğini patrona bildirir ama patron bu uyarıları siparişleri zamanında yetiştirme bahanesiyle göz ardı eder. İşçi emeğini yalnızca bir üretim aracı olarak gören kapitalist sistem, işçilerin hayatını maliyet hesaplarının ötesinde değerlendirmez.

İlyas’ın iyileşir iyileşmez işçileri bilinçlendirmeye devam ettiğini gören fabrika patronu, onun etkisini kırmak için bir plan yapar. İşçiler için büyük tehlike arz eden ve güvenlik önlemleri alınmamış olan 18. ocağa özellikle İlyas ve arkadaşlarının gönderilmesini emreder. Emek sömürüsünü sürdürebilmek adına, işçilerin yaşamını hiçe sayan bu karar, patronların işçi sınıfı üzerindeki tahakkümünün en acımasız örneklerinden biridir.

İlyas ve arkadaşları çalışmaya devam ederken ocakta büyük bir göçük meydana gelir. İşçiler, kapitalizmin karanlık yüzüyle bir kez daha karşı karşıya kalırken, karanlıkta yaşam savaşı verirler. Bu an, filmin en çarpıcı ve gerilim dolu sahnelerinden biridir. Göçüğün ardından hayatta kalan işçiler İlyas’ın cansız bedenini, omuzlarında taşıyarak madenin karanlık derinliklerinden gün yüzüne çıkarırlar. Bu sahne yalnızca bir liderin kaybını değil, işçilerin emek mücadelesine daha sıkı sarılmalarının bir sembolü haline gelir. İlyas, canı pahasına emeğin değerini ve mücadelenin zorunluluğunu göstererek sınıf bilincinin kök salmasını sağlamıştır. Artık işçiler için geri dönüş yoktur; sömürüye karşı örgütlenmek ve emeğin hak ettiği değeri almasını sağlamak, onların en büyük hedefi haline gelmiştir.