Düşünce Dergisi > Serbest Bölüm |

ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde 19 yüzyıl istanbul unda

“ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde”: 19. yüzyıl istanbul’unda konak hayatı

Osmanlı medeniyetinin şahikası şehr-i İstanbul bir vakitler yalnız yedi tepesine birer ak güvercin gibi kondurulmuş camileri, görkemli sarayları, yanan bağırları serinleten çeşmeleri, asırlık çınarların gölgesindeki kahvehaneleriyle müzeyyen değildi.

Giriş

Osmanlı medeniyetinin şahikası şehr-i İstanbul bir vakitler yalnız yedi tepesine birer ak güvercin gibi kondurulmuş camileri, görkemli sarayları, yanan bağırları serinleten çeşmeleri, asırlık çınarların gölgesindeki kahvehaneleriyle müzeyyen değildi. Saba makamında okunan ezanlarla başlanan gün nihayete erdiğinde, hanesine koşar adımlarla giden her bir İstanbullu gözlerini son bir defa da mahallesini süsleyen konakların zarif siluetinde dinlendirirdi.

Ahmet Cevdet Paşa’nın “Sanki İstanbul güzel bir bağçe olup bu daireler dahi anın güzel çiçekleri idi” diyerek sitayişle bahsettiği konaklar, asrın vükela ve vüzerasının hanesi olan bir nevi minyatür saraylardı. Divanyolu’ndan Sultanahmet’e, Süleymaniye’den Şehzadebaşı’na oradan Fatih ve Edirnekapı’ya, Aksaray yolunda Kocamustafapaşa ve Yedikule’ye kadar uzanan bu zengin ve nüfuzlu kimselerin konakları şahnişinleri, cumba ve çıkmalarıyla, saçak ve sayvanlarıyla, bir kadife gibi yumuşak çizgileri ve süsleriyle İstanbul’un asıl iç manzarasını oluştururlardı. (Ahmet Cevdet, 1986:13; Tanpınar, 1998:54).

Son demlerine yetişmiş muhibbanın hasretle yad ettiği görkemli İstanbul konakları altın çağını esasen 19. Asrın ilk yarısında yaşamıştı. Eski asırların hilafına devlet ricalinin maaşlarının toprak gelirine bağlanmayıp elden ödenmeye başladığı ve ilaveten tahsisat ve atiyelerle desteklendiği Tanzimat Devri artan nakdî servetlerin de devri olmuştu. Yalnızca çok yüksek maaşlar alan devrin ricali değil, akın akın Mısır’dan İstanbul’a gelen Hidiv ailesi de yaptırdıkları konaklar, köşkler, yalılarla payitahtı mamur ediyorlardı.

İçinde birkaç neslin bir arada yaşadığı konaklar sadece birer gösterişli mekan değildi; bir devre hakim olan tüm kıymetlerin, yaşama üslubunun, mekan ve zaman idrakinin de canlı birer numunesiydiler. Konağın ilk banisi ardından gelenlere servetini aktarmakla kalmaz, tecrübesini, görgüsünü, maziyi atiye bağlayacak bir dünya görüşünü de devrederdi. Bu sebepten olsa gerek sahipleri olan kübera ve rical yalnız kendi hane halkının değil, muhitinin de derdiyle hemhal olur, madden ve manen konağın kapıları fukaraya, düşküne, devlet kapısında işi olan herkese açılırdı.

Tanzimat Fermanı ile başlayan değişim yalnız askeri, idari ve mali sahalarla sınırlı kalmayıp cemiyet hayatında da etkisini göstermeye başladığında İstanbul konakları da bu değişimden payını aldı. Avrupa medeniyeti cesim binaları, göz alıcı dükkanları, devrin her nevi konforunu vaad eden hayat tarzıyla tatlısu Frenklerinin muhiti addedilen Pera’dan eski yarımadaya göz kırparken davete yüz çevirmek mümkün müydü?

Görmüş geçirmiş İstanbul konakları artık yeni bir dünyanın eşiğinde, aşina zamanlardan belirsiz geleceğe bakıyorlardı.

Konak

I. Değişen İstanbul

19. yüzyılın başından itibaren şehr-i İstanbul baş döndüren bir hızla değişmeye başladı. Suriçi denilen ve sarayın da yer aldığı esas İstanbul ile Bilad-ı Selase adı verilen Eyüp, Üsküdar ve Beyoğlu’ndan ibaret şehir, yüzlerce yıllık bu sınırlarından çıkıp Boğaziçi’nin iki yakası boyunca kuzeye ve batıda Makriköy’e (Bakırköy) doğru yayıldı.

Giderek artan nüfus, dinmeyen muhacir kafileleri ve hususen Kırım savaşı ve Islahat Fermanı sonrasında yoğunlaşan Avrupalı asker, misyoner, tüccar, mimar, diplomat ve işsiz istilası şehri yüzyılların rehavet ve sükunetinden koparıp büyük dönüşümlerin eşiğine getirmişti. Avrupa devletleriyle giderek artan siyasi ve iktisadi ilişkiler, Beyoğlu’nun (Pera) şehrin yeni gözdesi olarak ortaya çıkmasını kolaylaştırırken, Pera geleneksel Osmanlı hayat tarzının alternatifi bir konuma yükseldi. Diplomatik ve ticari üstünlüğü ellerinde tutan Avrupalı misyonlar ve onların yerli temsilcileri Rumlar hızla artan servetleriyle sadece yeni semtler ve yeni binalar kurmakla kalmayıp, bu yeni hayatın da öncüsü oldular.

Bankaları, apartmanları, aydınlık sokakları, tiyatro ve restoranlarıyla alafranga adı verilen yeni hayat tarzının yaşandığı semt olan Pera ve civarı yalnızca gayrimüslimlerin değil, gözü yükseklerde ve modernlik yanlısı olan Müslümanların da zamanla gözde alışveriş ve eğlence merkezi ve nihayetinde oturdukları semt haline geldi. “Asıl tehlike İstanbul’un dört asırdır kendi bünyesinde yabancı bir örgü gibi taşıdığı Beyoğlu’nun birdenbire, Tanzimat’ın verdiği yeni imkanlarla genişlemesinde ve aşağıya, denize doğru taşmasındaydı.” (Karpat, 2003: 138; Tanpınar, 2007: 325)

1853’te Sultan Abdülmecit devrinde Dolmabahçe Sarayı inşasının tamamlanarak Topkapı Sarayı’ndan buraya taşınılmasıyla başlayan Suriçi İstanbul’unun resmen terki, Bab-ı Ali’nin eski yerinde kalarak gelişmeye devam etmesiyle dengelenmeye çalışılmışsa da devamında yapılan Çırağan ve Yıldız Sarayları, Şirket-i Hayriye’nin tesis edilerek Boğaziçi’ne ulaşımın kolaylaştırılması, Tünel’in açılışı, Unkapanı ve Galata Köprülerinin hizmete sokulması, Suriçi İstanbul’unun prestijini giderek düşürmüştü. “Birkaç on yıl içinde İstanbul’un manzarası tamamen değişerek, Galata, Beyoğlu, Boğaz kıyıları, Sirkeci, Kadıköy ve İzmit’e doğru Anadolu kıyıları bir kozmopolit İstanbul’u yansıtmaya başlamışlardı.” (Kuban, 2000: 348)

Cami külliyeleriyle yarışan devasa kışlalar, yedi tepesini yedi cami ile süsleyen şehrin siluetini değiştirirken, ard arda gelen yangınlar ve özellikle 1865 Hocapaşa yangını eskiye dair ne varsa silip süpürmekte yeni devre adeta yardım ediyordu. Suriçi İstanbul’unu harabe haline getiren her yeni yangın, Avrupai mimari teşebbüslerine zemin hazırlıyor, her yeni nizamname ızgara planlı tipik mahalleler ve çok katlı kagir yapılarla geleneksel mimari düzene meydan okuyordu. (Tekeli, 1999: 25)

Bu baş döndürücü değişimden eskinin mahalle hayatı da nasibini aldı. Geleneksel Osmanlı şehrinde mahalle tüm kimliklerin kaynaştığı, statü ve servetin yekdiğerinin gözüne sokulmadığı, dayanışma içinde, saygı ve himaye çerçevesinde ahenkli bir hayatın hüküm sürdüğü mekandı. “Bir paşanın konağı karşısında küçük bir evkaf katibinin aşı boyalı küçük evi, ilmiye ricalinden bir efendinin kaşanesinin yanı başında mahalle suyolcusunun kulübesi bulunurdu.” (Ortaylı, 2003: 254)

Ancak değişen devir yeni semtleri gözde haline getirip, Aksaray ve ötesini orta ve fakir hallilerin semti haline koyarken, sınıfsız mahalle hayatına da tesir etti. Bir devrin zenginlik göstergesi olan konaklar evvelden Süleymaniye, Aksaray, Fatih, Şehzadebaşı gibi eskinin itibarlı semtlerinde yapılır, o semtin önemi ricalin konaklarıyla pekişirdi. Artık yeni zenginler konaklarını Nişantaşı, Ayaspaşa, Yıldız gibi semtlerde, yeni mimari üsluplarda ve taştan yaptırırlarken yalnızca semt değiştirmekle kalmıyor, mahallenin tüm sakinlerini aynı manevi çatı altında yekvücut eden bir dünyadan da uzaklaşıyorlardı.

 

II. Eski Zaman Konakları

Konak nedir?

“…Şimdi geçmiş zaman diyebileceğimiz o zamanlarda İstanbul evleri üçe ayrılabilirdi. Bunların Boğaziçi’nde su kıyılarında ve ahşap olanlarına yalı; İstanbul’un sayfiye semtlerinde, bahçe içlerinde ve yine ahşap olanlarına köşk; şehirde ayrı harem ve selamlık daireli ve çokları kagir olanlarına konak denirdi” (Hisar, 1997: 79).

Türk sivil mimarisinin en mümtaz örneklerinin sergilendiği konaklar devrin ekabirinin birkaç kuşak bir arada ve “kapı halkı” denen bir hizmetkar ordusuyla beraber ikamet ettiği büyük konutlardı. Konak sahibi olmak kentsoyluluğu simgelediği gibi belirgin bir sosyal statünün de göstergesiydi. Falanca Beyin konağı, filanca Paşanın konağı demek onların nüfuz ve servetlerine atıfta bulunmaktı. Son dönemlere kadar devlet adamları ikamet ettikleri konakları aynı zamanda hükümet dairesi olarak da kullanmış bu sebeple sadrazam konağına Bab-ı Ali, Bab-ı Asafi, beylerbeyi konaklarına da Paşa Kapusu denilmişti. (Behar 2003: 102; Ayverdi 1982:29)

“….Mine’l kadim Eyüp, Üsküdar ve Galata, Bilad-ı Selase itibar olunarak İstanbul’dan hariç tutulmuş ve rical ve kibar konaklarının sur dahilinde inşası âdet olmuştu. …Haricen görünüşleri boydan boya bir kışla manzarasını andırır ve çoğu koyu kırmızı aşı boyasıyla telvin edilirdi. Vüzeradan olanlar ve Kazaskerlik payesini ihraz edenler hasbe’t teşrifat, konakları kapılarının iki kanadını, kapıcı bulunmak şartıyla daima açık tutarlar bu derecelerden dun rütbede bulunanların da yine kapıcı bulunmak üzere yalnız bir kanadını açık tutmaya selahiyetleri vardı.” (Ali Rıza Bey, 2001: 351)

Niçin Ahşap?

Konaklar en fazla iki-üç katlı ve ahşap olurlardı. Hem maddi hem manevi sebepler yüzünden ahşap tercih edilirdi. 1509’da vuku bulan ve Küçük Kıyamet denilen depremde İstanbul yer ile yeksan olmuş, Fatih camiinin tüm kubbeleri çökmüştü. Bu tarihten sonra İstanbul’da ahşap en çok tercih edilen bina malzemesi oldu. İlaveten ahşabın inşasının kolay, tuğladan ucuz ve havadar oluşu revaç görmesini sağlıyordu.

Konaklarda ve evlerde ahşabın tercihinin manevi sebebine gelince, Müslüman Türk hassasiyeti Şuara suresinde buyrulan: “Siz her yüksek yere bir alamet bina edip boş şeylerle mi uğraşırsınız? Ebedi kalacağınızı umarak abideler edinir misiniz?” ayetini kendine düstur edinmiş, mabetler dışında zamana dayanıklı malzeme kullanmamıştı. Şeddadi mimariye hoş bakılmayan bu zihniyette, ulema ve küberanın konakları hep ahşaptan inşa edilmiş ve yüz-yüz elli senede bir yeniden yapılmıştı. (Ayvazoğlu, 1987: 152)

Odaların Taksimi

Genellikle iki katlı olan ve fevkani diye adlandırılan konaklar gerçek bir kent malikaneleriydiler. 10-20 odalı bir konak, küçüklüğünü göstermek için “konak yavrusu” olarak adlandırılırken, oda sayısı kırka yaklaşanlar büyük addedilirdi. Zemin katında pencere olmayan konakların üst katları eli böğründelere oturan çıkmalar, cumbalar, kafeslerle örtülen çok sayıda pencere ve geniş saçaklarla çok zarif görünürdü. Konakların içi servetin miktarını gösterirdi. Çoğunda altın yaldız badana gibi kullanılır, bazı kısımlar nadide çinilerle kaplanır, ferah odalar insanın içini açardı. (Altıner, 1997: 15; Orman, 2002:159)

Genel kanının aksine sıradan Osmanlı evlerinde ayrıca selamlık dairesi mevcut olmayıp, bir selamlığa sahip olmak sadece İstanbul ekabirinin ve taşra zenginlerinin konaklarına mahsustu. Mabeyn adı verilen bir orta sofa konakların harem ve selamlıklarını birbirine bağlardı. Konakların alt kısımları hizmetkarların odaları ve mutfak için ayrılmışken, üst kattaki odalar konak sahiplerinindi. Odaların tümü sofanın etrafına karnıyarık planı dahilinde dizilmiş olurdu. (Faroqhi,1998:170)

Konak sahibi bey yahut paşa misafirlerini selamlıkta “divanhane” adı verilen salonda kabul ederdi. Kıymetli halılar, boydan boya sedir ve minderler, gümüş şamdanlar ve duvarlarda altınla tezhip olunmuş hat levhalarıyla bu odalar göz alırdı. Selamlıkta ayrıca dinlenmek için “koltuk odası”, mevsimine göre değişen kıymetli kürkler için “kürk odası”, resmi işlerini gördüğü “mabeyn odası”, kütüphane ve bir de yemek odası yer alırdı. Yaşları müsaitse konak sahibinin oğul ve içgüveyi giren damatlarının da böyle ayrı odaları olurdu. Konağın harem kısmında da aynı taksim geçerli iken belki tek fark bir odanın, kıymetli ev eşyalarının muhafaza edildiği sandık odasının oluşuydu. (Abdülaziz Bey, 2002:164)

Hizmetkarlar

Konak hizmetkarlarının sayısı konağın büyüklüğüne bağlı olarak birkaç taneden başlayıp yüze kadar çıkabilirdi. Haremde görevli cariye ve kalfaların haricinde, ekabir konaklarında kethüda efendinin emri altında çalışan divan efendisi, mühürdar efendi, hazinedar ağa, kitapçı efendi, imam efendi, kaftan ağası, vekilharç ağa, iç ağaları, tütüncübaşı, kahvecibaşı, kilercibaşı, harem kethüdası, aşçıbaşı,kavasbaşı, seyisler, ayvazlar, zobular gibi bir hizmetkar ordusu bulunurdu. (Abdülaziz Bey, 2002: 172)

Müştemilat

Hemen her konağın bir veya iki bahçesi varken, müştemilata sahip olmak sadece büyük konaklara mahsustu. Ancak şehir hayatında görülebilecek derecede ayrıntılı bir vazife taksimiyle bendeganın yani ağaların, ustaların, seyislerin, kavasların, aşçıların, kapucuların, arabacıların ayrı daireleri olurdu. Ahırlar da konakların mühim kısımlarındandı. Tanzimat’tan evvel şehir içinde ata ancak konak ricalini oluşturan vüzera ve kübera bindiğinden, bunlar gayet cins hayvanlar beslerlerdi. III. Selim devri ricalinden İbrahim Nesim Efendi’nin bir gün “ahırımda seksen hayvanım kaldı, artık babam mezarından çıksa kimseye bir hayvan vermem” demesi meşhurdur. Tanzimat’la beraber atlı arabalar revaç bulmuştur. Mesela Sultan Aziz zamanında Boşnak Mehmet Paşa dört yüz altına Paris’in Bender fabrikasında yapılmış bir araba ve beş yüz altına da bir çift Rus Orlof cinsi beygir almıştı. II. Abdülhamid devrinde ise lando denilen atlı arabanın üretimi için İstanbul’da bir imalathane kurulmuş ve atlı arabalar sokakların tıkanmasına yol açacak denli artmışlardı. (Ali Rıza Bey 357; Öztuna 1983: 371; Davis, 2009:153)

Konak Hamamları

19. yüzyılın İstanbul’unda su bentler vasıtasıyla Belgrad Ormanı’ndan temin edilirdi. Şehrin her köşesinde, her mahallesinde bulunan çeşmeler sakinlerinin su ihtiyacını karşılardı. Sakalar vasıtasıyla taşınan sular, evde büyük küplere doldurularak kullanılırdı. İşte böyle bir zamanda evde akar su bulunması konak sahibinin imtiyazlı durumunu gösterirdi. Çünkü bu konaklara su ancak padişahın irade buyurması ile bağlanabilirdi. (Yalçın, 2006: 273)

Geleneksel Türk evlerinde hemen her odada günlük temizlik ve yıkanma için oda dolaplarına gizlenmiş gusulhane mevcut iken, büyük konakların buna ilaveten özel hamamları olurdu. Su medeniyetiyle hemhal olan bu konakların hamamları da yine sahiplerinin nüfuzunu gösterirdi. “..Konak hamamlarının soyunup giyinmek için camekan odaları vardı. Bu odalar bile sıcak olurdu. Kibarlar kış sabahları kahvaltılarını bu odada tenavül eder, kahve ve çubuklarını burada içerler, burada giyinirler badehu zülvecheyn dairesine çıkıp kahya efendi, kitapçı efendi, divan efendisi, mühürdar bey gibi daire mütehayyizanı ile bazı musahabat ederler, sonra da sabah ziyaretçileriyle görüşmek için selamlık dairesine çıkarlardı.” (Ali Rıza Bey, 2001: 354)

Mangallar

İstanbul gibi kışların hiç de ılık geçmediği ve bazen Haliç’in donduğunun rivayet edildiği bir şehirde bu muhteşem konaklar dev çini sobalar ve bakır veyahut gümüşten Süleymaniye işi veyahut Selanik mamulatı oymalı mangallarla ısıtılırdı. Üstüne bir örtü atılan mangalın altına uzatılan ayaklar, uyuyup kalınınca mangalı devirir böylece yüzlerce evi kül eden meşhur İstanbul yangınlarından birisi daha başlamış olurdu. Ancak her oda ısıtılmaz, bu yüzden kalın giyinilir, yün fanilalar kış boyunca kullanılır ve konak ricali evde kürkle dolaşırdı. Yatak odaları ısıtılmadığından çifte yorgan kullanılırdı. Çok ısıtılmasına önem verilen tek mekan konağın hamamıydı. (Öztuna, 1983: 365)

Konak Eşyaları

Konakların teşrifatına gelince, sıradan bir evin sahip olduğu eşya ile bir konağınki arasında miktar ve malzeme dışında pek bir fark yoktu. Herkes bakır kap kacak kullanırken, hali vakti yerinde kimseler bunlardan birkaçını altın kaplatırdı. Sohbetlerin vazgeçilmezi olan kahve, orta hallilerce Kütahya porseleninden yapılmış fincanlarda içilirken, konak sahipleri Çin porseleninden olanını kullanırlardı. (Faroqhi, 1998: 175)

19. Yüzyıl başında odalarda sandalye, masa, koltuk gibi batılı aksesuarlar henüz yer almamışken, odaların üç duvarları boydan boya sedirlerle kaplanır; gündüz oturulan bu odalar akşam duvardaki dolaplardan çıkarılan yatak ve yorganlarla birer yatak odasına dönüşürlerdi. Avrupa ile ilişkilerin hızla gelişmesi sonucu batı tarzı eşyalar konaklar için olağan hale geldi. Böylece sedir, ocak, dolap gibi mimari öğeler ortadan kalkmaya başladı. Çoğu kent konağında bir çeşit iç sokak gibi boş kalan ve ancak düğün, sünnet, bayramlarda canlılık kazanan sofalarda avizeler, yaldızlı boy aynaları, komodinler, masa takımları, piyanolar boy gösterdi. Lakin döşemesi alafranga olan konaklarda bile misafir gelince yüklüklerden çıkarılan döşeklerle hemen bir yer yatağı yapılırdı. (Kuban, 1994: 55; Altıner, 1997: 51)

1859 tarihli Ceride-i Havadis gazetesinden alınan bu konak satış ilanı, orta halli bir konağın tüm hususiyetlerini yansıtıp, fazla söze hacet bırakmamaktadır. ”Mahmudpaşa civarında Hocahanı nam mahalde Bab-ı Zatiyye’ye giden yol sol tarafında mezkur hana muttasıl maliye muhasebeciliğinden mütekaid Hamdi Efendi konağı satılıktır. Hariciye: fevkani 4 oda, vasi sofa, tahtani kahve ocağı, vasi ahır, kagir samanlık, üzeri fevkani taş oda, kagir mutfak, üzerinde aşçı odası, sofa ve kebir mahzen, eşcar-ı müsmireli (meyve ağaçlı) bahçe, derununda havuz ve bir kuyu, limonluk. Dahiliye: fevkani 4 oda, bir vasi seldi sofa, bir sandık odası, diğer sofa, kiler, orta katta 4 oda, bir vasi sandık odası, alt katta 2 oda, kiler, camekan ve kagir hamam. Ebniye-i hariciye: mutfak, 1,5 masura ma-i leziz, sokak kapısı yanında kebir arabalık. Boğaziçi’ne ve Cisr-i Cedid’e nezareti vardır.” (Öztuna, 1983:363)

Konak

III. Konak Hayatından Manzaralar

Afiyet bal şeker olsun

Birkaç neslin bir arada yaşadığı ve kalabalık bir kapı halkı olan konaklarda elbette ki yeme, içme fasılları da bir başka alemdi. Mithat Sertoğlu’nun Maliye Muhasebecisi Hasip Efendi’nin yaz ikindilerinde ahbaplarını toplayıp, konağın havuz başında, asmanın altında tarihten, tasavvuftan, edebiyattan bahsedilen sohbetlerinden sonra verdiği ikindi kahvaltılarını anlattığı şu satırlar konak hayatının zenginliğine emsalsiz bir delildir:

“.. bu dillere destan kahvaltılarında neler bulunmazdı ki… Evvela akkuyruk, altınbaş, popof, hindiye, cava, Seylan harmanı ustaca demlenmiş ve doldurulacağı ince belli bardaklara daha evvel birer safran tüveyci atılmış nefis çay, arzu edenler için koyun sütü ve yemen kahvesinden yapılmış sütlü kahve, taze çıtır çıtır Karagümrük francalası, Hasanpaşa simidi, Eyüp halkası, Edirne beyaz peyniri, Gelibolu kaşar peyniri, ayrıca balkan kaşarı, yumuşak alman gravyeri, kehribar gibi sarı inek tereyağı, bal ve kaymak, dört beş çeşit reçel, zar gibi kıyılmış kuşgömü pastırma, ev sucuğu, duble zeytin, kalamata zeytini, yeşil zeytin, kebere turşusu, kazciğeri ezmesi, havyar, balık yumurtası, füme ringa, füme mersin vesaire.” (Sertoğlu ,1992:37)

Bu denli nefis ve çeşitli yiyeceklerin hazırlandığı mutfaklar da konaklara yakışır büyüklükteydi. Çoğunun içinde yer altı su sarnıcı bulunurdu. En az dört adet biri kargir büyük fırınlar vardı. Yemekler odunla pişirilir, odunlar yarılmadan uzunlamasına ocağa yatırılırdı. Tel dolaplarda yemekler saklanır, diğerlerinde ise sahanlar, lengerler, tavalar, tencereler, kuşhaneler, hane sahibine mahsus Saksonya yemek takımları, çini, fağfuri tabaklar bulunurdu. Konağı çevreleyen duvarların üstüne ara ara yapılan derin oluklara artan ekmek ve yemekler dökülür, kuş ve kediler beslenirdi. (Abdülaziz Bey, 2002:167,187)

Yemek mevzusunda en hassas ve cömert olunduğu vakit on bir ayın sultanının gelişiyle olurdu. Mevcut aşçıya ilaveten Ramazanlarda ayrı bir aşçı daha tutulur hem konak halkına hem de hemen her akşam gelen onlarca misafire ancak yemek yetiştirilirdi. Kadir gecesine kadar bu kalabalık iftarlar devam eder, bir yandan eş-dost bir yandan fakir fukara ağırlanırdı. Bu iftarlarda en çok rağbet gören yemekler kuzu ve hindi dolmaları, türlü kebaplar, yahniler, börekler, baklavalardı. (Ali Rıza Bey, 2001: 356)

Tüm bu yemeklerin hazırlanabilmesi için Ramazan gelmeden ince kiler denilen esas kiler tıka basa doldurulmaktaydı. Haleb’in, Trabzon’un, Vakfıkebir’in fıçı fıçı yağları, Balkan kaşerleri, Kızanlık tulum peynirleri, Mısır pirinçleri, dağlar gibi kelle şekerler, çuvallarla sabunlar, siyah ve yeşil zeytin fıçıları, Bağdat’ın, Hicaz’ın hurmaları, Karadeniz’in havyarları ve kalfaların kendi elleriyle hazırladığı türlü reçeller, turşular bu ayda adeta at koşturan ecdat mirası boğaz düşkünlüğüne ancak kafi gelirdi. (Ayverdi, 1982: 87)

Gözü pek olan cariyelerin gizli muaşaka vasıtası, çocukların ise minyatür atlı karınca olarak kullandıkları dönme dolaplar esasen harem ile selamlık arasında yemeklerin aktarılmasını temin ederdi. Yemek geleneksel olarak sinilerde yenirdi. Leğen, ibrik ve havlu tutan halayıklar yerlerini alıp, işlemeli peşkirler kucaklara konulduktan sonra yemek servisi başlardı. Çorba, pilav, hoşaf kaşıkları ayrı ayrıydı ve her biri mercan, sedef, gümüş, abanoz gibi kıymetli madenlerden yapılmıştı. (Yalçın, 2006: 278; Ayverdi 1982:19)

Yeme-içme faslı kahve ve çubuk ikramlarıyla nihayete ererdi. Kahve stil denilen bir nevi küçük mangalla ikram edilirdi. Altın veya gümüşten üç zincirle asılı duran stili kahveci cariyeler getirir, kahve fincanlara döküldükten sonra zarflara konarak ikram edilirdi. Ramazan ayında sahura kadar süren sohbet ve gezmeler hariç, bu devrin cemiyetinde gece hayatı olmadığından kahveler içildikten sonra bir müddet oturulur ardından herkes odasına çekilirdi. (Ayaşlı, 1984: 40; Ayverdi, 1982: 215)

Yar Bana Bir Eğlence

Tüm bu zenginliğin sefasını süren beylerinden ziyade konağın hanımlarıdır demek haksızlık sayılmaz. Hiçbir işle meşgul olmayan, konak idaresini kalfaların ellerine teslim eden, çocuklarını dadıları, lalaları büyüten, halayıklarca hizmetleri görülen bu kibar hanımların hayatları bir meclisten diğerine iştirakle geçip giderdi. Düğünler, çırak çıkarılan cariyelerin evlerine konuk olmalar, kışları mangal başında misafir ağırlayıp havadan sudan bahsetmeler, terzi siparişleri, bayram hazırlıklarıyla meşguliyetler, tebrik ve taziye ziyaretleri ve her yaz başı iple çekilen sayfiyeye çıkmalar sıkılmalarına mahal vermezdi. Ola ki canları sıkılacak olsa hanende hanımlar, tatlı dilli, güler yüzlü nedimeler kendilerini eğlendirirdi. (Ali Rıza Bey, 2001: 365)

Sarıyer’in Bendleri’nde yeldirmelerinin altından görünen ağır elbiselerini ve kıymetli mücevherlerini teşhir eden bu hanımlar, kahve tepsilerine bıraktıkları bir sarı lira ile yalnız cömertlikte yarış etmez, aynı zamanda musikiye ne denli vakıf olduklarını da çeşitli vesilelerle göstermek isterlerdi. Her biri ud, keman yahut kanun çalan bu hanımefendiler Tatyos ile Kemani Memduh’u mukayese eder, kayıtsız bir tavırla saz heyetini bir bir sayabilirlerdi. (Ayverdi, 1982: 198)

Boğaziçi’nde mehtaba çıkmalar meşhurdu. Haziran ile Eylül arasında padişah iradesiyle çıkılan sayfiyelerin en göz alıcı yanı mehtap alemleriydi. Üsküdar’dan Bebek’e kadar uzanan binlerce kayık billur sesleri ile ortalığı inleten sazende ve hanendelerin peşinden giderken, kaç-göç ananesinin hüküm sürdüğü bu devirde, yalnız gözleriyle sevdiklerini bu vesileyle görme imkanı bulanlar için unutulmaz bir gece olurdu. (Hisar, 1997: 22; Davis, 2009; 167)

Bu keyifli hayatın da tatsızlıkları eksik olmazdı. Kahvaltılarını kilerci kadınların hazırladığı, oda kalfalarının giyip kuşanmalarına yardım ettiği, hususi perhiz yemeklerini dışarıdan getirten ekabir hanımları bu rahatlıkla giderek şişmanlar, işsizlikten sıkılan canlarıyla paşa efendilerini, molla beylerini kendilerinden uzaklaştırınca da kendilerine ortak gelmeye hazır halayıkların tehdidine maruz kalır, böyle nice aile genç ve güzel cariyelerin gönül işleriyle karışırdı. Ziya Paşa:

“Nev cihan sevmekte ben piranı tayib eyleyemem

Hüsn olur kim seyrederken ihtiyar elden gider” derken bu halleri kastetmiş olmalıdır. (Ali Rıza Bey, 2001;365)

Konak Orkestrası ve Mürebbiyeler

Konaklar sadece temsil ettikleri elitist dünya görüşüne uygun zadegan yetiştirmekle kalmamış, bünyesinde barındırdığı kapı halkının her biri için de bir mektep vazifesi görmüştür. Cariyeler hane halkına dahil edildikleri günden itibaren mahir kalfalar vasıtasıyla bir yandan ev idaresini öğrenir bir yandan da hünerlerine göre aldıkları musiki dersleriyle kendilerini yetiştirirlerdi. Çalgı çalabilecek veya okuyabilecek hale gelenler konağın orkestrasına katılırlardı.

Türk Müziği’nin büyük bestecilerinden Refik Fersan, hatıralarında 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki halayık müzisyenleri şöyle anlatmıştır: “Eskiden, vükelâ konaklarının bazılarında yetenekli kalfa ve halayıklardan meydana gelen alafranga ve alaturka musiki takımları bulunurdu. Maliye Nazırı Sadettin Paşa’nın halayık bandosu ve orkestrası çok şöhret bulmuştu. Aynı zamanda, ufak bir de fasıl takımı vardı. Bazı devlet büyüklerinin düğünlerine Sadettin Paşa’nın orkestrasının özel surette gönderildiğini hatırlarım. Bu takım büyük konakların harem dairelerinin bir kısmında alafranga çalar, konağın başka salonlarında Mabeyinci Faik Bey’in veyahut yine Sadettin Paşa’nın alaturka saz takımı musiki yapardı. Serasker Rıza Paşa’nın oğluyla Arap İzzet Paşa’nın kızı, Rıza Paşa’nın Beşiktaş’ta, Yenimahalle’deki konağında evlendikleri zaman, düğünlerine beni de götürmüşlerdi. O muazzam konağın büyük salonunda hususi üniformalı bu kadın orkestrası, “Leblebici Horhor” operetini, üst kattaki salonda da bizim fasıl takımı yine üniformalı olarak alaturka çalıyorlardı” (Bardakçı, 2009)

Vakti gelen her cariyenin münasibince evlendirilip, çeyizinin düzülmesine çırak çıkarılma denirdi. İşte bu vakit gelene kadar kimi lala, kimi dadı olarak bu hizmetlilerden uygun görülenler küçükhanım ve beylerin ilk terbiyesinden mesul olurlardı. Ancak 1847’de köle ticaretinin resmen yasaklanışı ve Avrupa terbiyesinin üstünlüğüne duyulan inanç, konaklarda eğitim ve hizmet vazifelerinde ücretli eğiticilerin ve yabancı mürebbiyelerin istihdamına yol açtı. (Sakaoğlu, 1992: 355; Ayverdi, 1982; 179)

Mürebbiyeler böylece Tanzimat konaklarında kapı halkı arasına giriverdiler. Lakin mertebeleri eski devrin hizmetlilerinden farklıydı. Küçük hanımlara Fransızca ve piyano ile dans dersleri veren bu matmazeller, içine girdikleri muhite tepeden bakıyor, ellerine teslim edilen çocuklara da bunu aşılıyorlardı. Çalıştıkları ailede bazen etkileri haddinden fazla olan mürebbiyeler, çeşitli romanlara da mevzu olmuşlardır. Mesela Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın meşhur romanını çocukluk komşuları Ahmet Vefik Paşa ailesinden ilhamla yazdığı rivayet edilmektedir. (Dener, 1994: 75; Cebeci, 1993: 97)

Adsız Şark Akademileri

Dikkate değer olan husus son devrin entellektüel Osmanlı hanımlarının da yine konak terbiyesiyle yetişenlerden oluşudur. Özel hocalardan tarih, felsefe, Arapça ve Farsça öğrenip, Mesnevi Şerhi ve Gülistan dersleri alan bu hanımlar, diğer taraftan da Fransızca, müzik, resim dersleriyle batı kültürünü tanımış ve böylece kozalarından çıkmaya çalışan bir kadın zümresi meydana gelmiştir. (Meriç, 2000: 195)

Ulema efendilerin kızları bu zümrede bir adım öne çıkarak, Osmanlı Kadın Hareketi’ne ivme kazandırmışlardır. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları Fatma Aliye ve Emine Semiye hanımlar, Kazasker İzzet Efendi’nin kızı Leyla Hanım, Şeyhülislam İsmail Hakkı Esad Efendi’nin kızı şaire Fitnat Hanım ilk akla gelen isimlerdir. Devirlerinin en iyi hocalarından ders alarak yetişen bu hanımlar, aldıkları köklü terbiye sayesinde aslî iklimlerinden kopmamışlardır.  (Ortaylı, 2001: 57)

Konaklar sadece Osmanlı cemiyet hayatına tesir etmekle kalmamış fikir hayatını da etkilemişlerdir. Devlet ricalinin, alimlerin ve zadeganın evinde yapılan ilmi, edebi, siyasi nitelikli toplantılar devrin aydınlarına yön vermiş, fikir alışverişi imkanı sağlamıştır. Öyle ki sadece Osmanlı münevverinin değil, devrin Renan gibi meşhur şarkiyatçılarının da iştirak ettiği bu toplantılar “Encümen-i Daniş”, “Akademi” olarak vasfedilmiştir. Özellikle Sultan Aziz devrinde, Yusuf Kamil ve Reşit Paşa’ların konakları sonrasında ise Mithat, Ahmet Vefik, Sami ve Münif Paşaların konakları bu hususta ön plana çıkmıştır. Mesela Tanzimat’ın mimarı olarak adlandırılan Reşit Paşa’nın konağının müdavimleri Ali, Fuat, Ahmet Vefik, Mithat, Mahmut Nedim, Ziya ve Cevdet Paşalar ile Şinasi’dir. Hatta Cevdet Paşa bir müddet sonra da Reşit Paşa’nın konağına yerleşerek çocuklarına hususi hocalık yapmıştır. (Ülger, 2008; 200)

Değişen iktisadi ve içtimai şartlar yüzyılın son çeyreğinde konakların ilmi ve fikri hayattaki tesirlerini azaltmış, kıraathaneler bundan doğan boşluğa talip olmuşsa da dolduramamışlardır.

Son Osmanlılar olarak adlandırabileceğimiz, Osmanlı döneminde doğup yetişmiş, Cumhuriyet döneminde de ilim ve kültür hayatında yer edinmiş şahsiyetlerden bazıları, yaşadıkları müddetçe konak hayatının fikri cephesini sürdürmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri olan Doktor Tevfik Remzi Kazancıgil, Kazancı yokuşundaki beş-altı katlı konağında devrin nice aydınını ağırlamıştır. Yirmi-otuz bin kitaplı, yüz-yüzelli metrekarelik bir alana yayılmış olan kütüphanesine Fuat Köprülü, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Peyami Safa, Zeki Velidi Togan, Yahya Kemal, Alaaddin Yavaşça gibi birçok meşhur simanın konuk olduğu sohbetlerde siyasetten hiç bahsedilmez, tarih, felsefe, edebiyat, musiki ile zaman geçermiş. (Kazancıgil, 2006:6)

Konak

Sonuç

19. asrın İstanbul kültürüne damgasını vuran konakların ve onların temsil ettiği hayat tarzının sahneden çekilişi birdenbire olmamış, farklılaşan iktisadi ve içtimai şartlar neticesinde, içinde bulunduğu uzun yüzyıla yaraşır bir biçimde ağır-aksak ama kati adımlarla maziye karışmıştır.

Konakların sadece görünüm itibarıyla değil, mahalle ve mahalleliye hüküm ve himaye etme vasıflarıyla da minyatür birer saray olarak algılandığı devirler, konak ricalinin servetinin haddi hesabının olmadığı, “Var evi, Kerem evi” düsturunca tüm mahallelinin cömertliğinden istifade ettiği şaşalı günlerdi. (Bertram, 2008: 114)

Eski asırların hilafına, devlet ricalinin maaşlarının elden olarak ödenmeye başlandığı Tanzimat Devri, maaşa ilaveten tahsisat ve atiyelerle artan nakdi servetlerin de devriydi. Çok yüksek maaşlar alan devrin ricali, İstanbul’un en önemli tüketim sınıfını oluşturmuştu.

Bir de Hidiv ailesi gibi köklü zenginler vardır ki gösterişçi ve sınır tanımaz tüketimde saray halkına dahi emsal olmuşlardı. 1908’den evvel cenup Akdeniz’den akın akın İstanbul’a gelen bu zümre Çamlıca’nın, Boğaziçi’nin, sonraları Kadıköy ve ileri taraflarının köşk ve yalılarını beslemiş, yangınlar yüzünden her otuz-kırk senede bir harab olan şehrin imarını sağlamıştı. (Tanpınar, 1998:19)

Fakat geçen zaman konak hayatını sürdüren bu zümrenin servetinden alıp götürmeye başladıkça, konaklar da terk edildi. Tanpınar’ın ifadesiyle Rumeli çiftliklerinin, Arabistan’ın ve Mısır’ın kaybı, kırk odalı, dört-beş sofalı, haremli selamlıklı yalının, bahçe ve korularıyla devamını imkansız hale getiriyordu. Özellikle 1908 sonrasında değişen siyasi dengeler eski ikballeri yerlerinden etmiş; ardı ardına gelen Balkan ve I. Cihan Harplerinin türettiği savaş zenginleri güruhu eskilere hayat hakkı tanımamıştı.

Konak hayatının sona erişindeki bir diğer mühim sebep kültürel değişimdi. Modern okullardan mezun, az çok Avrupa’da bulunmuş, Avrupa kültürünü yaşadığı devrin icabı olarak kabul eden, gündelik hayatında Avrupai olanı kullanmaya özen gösteren yeni nesiller ile “...geniş selamlığında dostları, misafirleri, ziyaretçileri, dalkavukları, ricacıları arasında çubuk ve kahvelerini içerek, saz yaptırarak, şiirden ve politikadan bahsederek yaşamaya alışmış II. Mahmud devrinden kalma ricalin” arasında farklılaşma olması kaçınılmazdı. (Tanpınar, 1998: 72)

19. yüzyılın ilk yarısında Arapça ve Farsça bilen, Hafız’dan, Hayyam’dan, Nedim’den şiirler okuyup kendisi de şiir yazan, hitabeti kuvvetli, geleneksel İstanbul Efendisi makbul iken, yüzyılın ikinci yarısı Fransızca ’ya hakim, Avrupa kültürüne aşina, siyasete müptela ve asrileşme taraftarı olan bir yeni İstanbullu karakterini öne çıkarmıştı. (Karpat, 2003: 134)

Bu yeni İstanbullu için ideal mekan anlayışı da değişmişti. Ahşap evlerin birbirine kol verip, yan yana uzandığı semtlerdeki, birkaç kuşağın birlikte yaşadığı konaklar modern hayatın getirdiği konforu sağlamaktan çok uzaktı. Halbuki köprünün öbür tarafında, içinde elektrik, su ve ısıtma sistemlerinin olduğu, tek bir aileye mahsus, batı tarzında döşenmiş apartmanlarıyla cezbeden yeni bir yaşam vardı, tercih ondan yana yapıldı. (Kandiyoti, 1997: 121; Dener, 1994: 75)

Netice olarak, bir vakitler üç neslin bir arada yaşadığı konaklar zamanın gidişatına karşı duramadı. Sahiplerinin ölümünden sonra en talihlileri vârislerce kat kat paylaşılırken, birçoğu oda oda kiraya verildi. Çok azı hariç hepsinin akıbeti benzerdi. Virane haldeyken ya yanıp kül oldular ya yerlerine apartmanlar yapıldı yahut eski devrin konak ricali yerine berduşlara mesken oldular… (Okay, 2002; 2000).

Kaynakça

Abdülaziz Bey. (2002). Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Ahmet Cevdet Paşa. (1986). Tezakir. II.(C. Baysun, Dü.) Ankara: TTK.

Altıner, A. T., & Budak, C. (1997). Konak Kitabı. İstanbul: Tepe Yayınları.

Ayaşlı, M. (1984). Edep Yahu. İstanbul: Yeni Asya Neşriyat.

Ayvazoğlu, B. (1987). Geçmişi Yeniden Kurmak. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.

Ayverdi, S. (1982). İbrahim Efendi Konağı. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey.(2001). Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı. (A. Ş. Çoruk, Dü.) İstanbul: Kitabevi.

Bardakçı, M. (2009, 9 9). Eski Zaman Konaklarındaki Cariye ve Kalfalar Orkestrası. haberturk.com.tr. adresinden alınmıştır

Behar, C. (2003). A Neighboorhood In Ottoman İstanbul. State University of New York Press.

Bertram, C. (2008). Imaging The Turkish House: Collecting Visions Of Home. University Of Texas Press.

Cebeci, D. (1993). Tanzimat ve Türk Ailesi. İstanbul: Ötüken.

Davis, F. (2009).Osmanlı Hanımı. İstanbul: YKY.

Dener, A. (1994). The Effect of Popular Culture on Urban Form in İstanbul. F. E. Brown, S. J. Neary, & M. S. Symes (Dü) içinde, The Urban Experience: Apeople Environment Perspective (s. 73-85). Suffolk: E&FN SPON.

Faroqhi, S. (1998). Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Hisar, A. Ş. (1997). Boğaziçi Yalıları - Geçmiş Zaman Köşkleri. İstanbul: Bağlam Yayıncılık .

Kandiyoti, D. (1997). Gendering The Modern: On Missing Dimensions In The Study Of Turkish Modernity. S. Bozdoğan, & R. Kasaba (Dü) içinde, Rethinking Modernity and National Identitiy In Turkey (s. 113-133). University Of Washington Press.

Karpat, K. (2003). Osmanlı Nüfusu. (B. Tırnakçı, Çev.) İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Kazancıgil, A. (2006, Şubat). Bir Zamanlar Ne Evler Vardı. 4-10. (B. Aslan, Röportajı Yapan) İstanbul: Türk Edebiyatı Dergisi.

Kuban, D. (2000). İstanbul Bir Kent Tarihi. (Z. Rona, Çev.) İstanbul: Tarih Vakfı.

Kuban, D. (1994). Konak. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (s. 50-55). içinde İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını.

Meriç, N. (2000). Osmanlı’da Gündelik Hayatın Değişimi: Adab-ı Muaşeret. İstanbul: Kaknüs.

Okay, O. (2002). Bir Başka İstanbul. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.

Orman, İ. (2002). Konak. TDV İslam Ansiklopedisi (Cilt 26, s. 159-161). içinde Ankara: İSAM.

Ortaylı, İ. (2003). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. İstanbul: İletişim.

Ortaylı, İ. (2001). Osmanlı Toplumunda Aile. İstanbul: Pan Yayıncılık.

Öztuna, Y. (1983). Büyük Türkiye Tarihi (Cilt 11). İstanbul: Ötüken.

Sakaoğlu, N. (1992). Medeniyet Değişmeleri Çerçevesinde Türklerde Aile Eğitimi. Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi (Cilt 1, s. 355-374). içinde Ankara: T.C Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu.

Sertoğlu, M. (1992). İstanbul Sohbetleri. İstanbul: Bedir Yayınevi.

Tanpınar, A. H. (1998). Beş Şehir. İstanbul: Dergah.

Tanpınar, A. H. (2007). Türk İstanbul. Tereddüt Ve Tekerrür (s. 322-326). içinde İstanbul: Akın Nalça Kitapları 5.

Tekeli, İ. (1999). 19. Yüzyılda İstanbul Metropol Alanının Dönüşümü. P. Dumont, & F. Georgeon (Düz.) içinde, Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri (s. 19-31). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Ülger, M. (2008). 19. yüzyıl Osmanlı Fikir Hayatında Konakların Yeri. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (13), 197-206.

Yalçın, E. (2006). 19. ve 20. Yüzyıllarda Bir Konağın Öyküsü. S. Faroqhi, & C. K. Neumann (Düz.) içinde, Soframız Nur Hanemiz Mamur. İstanbul: Kitap Yayınevi.