1993 yılında İstanbul Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine isimli çalışma, Türkiye’de bilimsel dinamikleri tetiklemek yerine ilginç bir şekilde siyasi kırılmalardan nasibini almış bir çalışmadır. Prof. Dr. Korkut Tuna, bu çalışmasında bilgiyi toplumu ve toplumsal olayları anlama kılavuzu olarak tanımlamaktadır. Bilgi meselesini ele alırken de tarihe yaslanmanın ve olabildiğince başlangıç durumuna geri gitmenin gerekliliğini vurgulamaktadır. Tuna “edinilmiş(ithal) bilgiler olarak” kavramsallaştırdığı biz tarafından üretilmeyen, herhangi bir elekten geçmeyen ya da eleştiriye tabi tutulmayan, bizim dışımızdaki toplumların izlerini ve tecrübelerini taşıyan bilgilerle kendi sorunlarımızı çözmenin, hayatlarımıza ve ilişkilerimize yön vermenin eleştirisini yapmaktadır. Bu eleştiriyi yaparken de Doğu-Batı ayrımına dikkat çekmektedir. Bilgilerimizi yeniden temellendirmemiz ve bunu yaparken de yüzlerce yıllık bilgi birikimimizi reddetmeden yapmamız gerektiğini belirtmektedir. Tuna’nın getirmiş olduğu bu eleştiri içinde bulunduğumuz bilgi bombardımanına tutulmuş toplum açısından daha da önem taşımaktadır. İşte bu çerçevede Korkut Tuna hoca ile 27 sene önce ilk baskısı yapılmış kitabı üzerine yeniden hasbihal ettik.
Hocam Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine adlı kitabınızdan yola çıkarak bir soru sormak istiyoruz. Sizin ifadenizle “edinilmiş bilgiler” (ya da ithal bilgiler) söz konusu bilgileri üretmemiş toplumlar için neden tehlikelidir?
Bu kitap bütün soruların temelini bir şekilde oluşturabilmek adına profesörlük takdim tezi olarak 90’lı yılların başında yazmış olduğum bir metindir. Düşüncelerimizin temelinde Doğu-Batı ayırımı meselesi var. Yani Doğu toplumları, Batı toplumları, tarihteki farklılıklar, kimlikler, mücadeleler, çatışmalar hep bu ayrımın kapsamı içindedir. Bu çerçevede diğer bilgiler oluşturulmuş oluyor. Dolayısıyla Doğu-Batı farklılığının temelde olduğunu belirterek bütün bunları bir şekilde ihata etmek, düşünmek, bir yerlere yerleştirmek gerekecek. Yani Doğu-Batı farklılığı belki çok kullanılıyor ama belki de esas ayırım bizim de şu an üzerinde bulunduğumuz coğrafyada toplumların karşılaştığı sorunlara farklı çözümler bulmasından kaynaklanıyor. Doğu toplumları daha çok Mezopotamya, Nil vadisi gibi, Hindistan’daki Ganj ve İndira nehirleri gibi, Çin’de de Sarı Irmak gibi bölgelerde bir üretim faaliyeti içine giriyorlar ve bir artı ürün oluşturuyorlar. Bu artı ürünün oluşturulma şekline bağlı olarak da belli bir yapılanma içine giriyorlar. Batı toplumları da yine tarımsal faaliyetle hayatta kalmak şeklinde bir geçim yoluna giriyorlar. Fakat coğrafya farklılıkları onların Doğu toplumları gibi bir yapılanma, bir böyle gerginlik, aynı topraklar üzerinde, aynı coğrafya üzerinde, aynı altyapı üzerinde sonuçlar elde etmek, artı ürünü elde etmek çabasıyla bir farklılık gösteriyor. Doğu toplumları topraklarını terk edemiyorlar çünkü varlıkları nehirlerin taşmasına, onların getirdiği alüvyonlu yani aşınmamış toprakların tarımda kullanılmasına bağlı. Batı toplumları ise böyle bir çöl ve dağlar arasına sıkışmadığı için yer değiştirerek faaliyetlerini sürdürebilme çabası içindeler. Tabii bu Doğu toplumlarında daha farklı bir yapılanma ve güçlenme meydana getiriyor. Bu çerçeve içinde meseleyi düşünmek lazım. Şimdi bu çerçevede tabii ki toplumlar bir bilgi ortaya koyuyorlar. Yani biz bir yerden dönüp, geriye baktığımız zaman bu bilgilerinden de onları bir yere oturtmak, adeta bilgiyi bir maddi yapı olarak, veri olarak düşünerek değerlendirmemiz mümkün oluyor. Dolayısıyla bunu da edinilmiş bilgi çerçevesinde ele almak, yani bunlar bizim açımızdan karşılaştığımız Batı ile olan ilişkilerimizin bir yerinden sonra adeta onlardan böyle üstümüze gelen bir sis dumanı gibi. Yani her şeyi, teknoloji veya askeri bir teknoloji olarak üstümüzü örten bilgiyi, doğrusu önce edinilmiş bilgi olarak düşünüyorum.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin "Bilgi" sayısında...