“Dil düşüncenin yatağı gibidir”
Hocam Düşünce Dergisi olarak beşinci sayımızı dil konusuna ayırdık. Pek çok farklı zaviyeden dil meselesini ele alarak ayıran ve birleştiren yönlerine vurgu yapmaya çalışacağız. Öncelikle dilbilimi, dil kültür ilişkisi gibi konularda çalışmalarınız ve tecrübeleriniz nedeniyle sizin fikirlerinize yer verebilmek bizim için çok önemliydi. Sorulamızı sorma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederiz. Müsaadenizle Dergimizin adından hareketle bir soru yönelterek başlamak istiyoruz. Sizce dil ve düşünce arasında nasıl bir ilişki var?Herkesin aklına gelen bir soru vardır; dil mi düşünceden önce gelir düşünce mi dilden? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biz dünyadaki varlığımızı nesnelerin adını bilerek mümkün kılabiliriz. Bu nesnelerin içine alet ve edevat dâhil olduğu gibi soyut kavramlar da dâhildir. Eğer kavramların adını bilmezsek onlardan bahsedemeyiz ve bilmediğimiz nesneler yani “şeyler” ve “kavramlar” üzerinden de bir düşünce oluşturamayız. Düşünce dediğimiz şey, somut ve soyut varlıklar arasında radikal bir ilişki kurmak ameliyesidir. Yani kabul etme, varsayma, yok sayma, reddetme gibi bir ameliye gerçekleştiriyoruz. Bunun için önce o nesnelerin adının bilinmesi lazım. Tabii bir nesneye ad koymak için de önce o nesnenin algılanmış olması gerekmekte. Toplumlar temel algılama işini yüz binlerce yıl önce gerçekleştirmişler. Birçok şeyi atalarımız, dedelerimiz bizden önce algılamışlar ve bunlara birer ad koymuşlar. Bir hikâye dinlemiştim: Yurtdışında bir köylü bir astronomi toplantısına katılıyor ve dikkatle dinliyor. Sonra toplantı bitince bu adamcağızın merakından dolayı ona soruyorlar, “Ne kadar merakla dinlediniz, hoşunuza gitti mi?” diye. “Gitti, ne kadar çok şey öğrendim. Her şey çok güzeldi, hocalar çok şeyler biliyor ama bir şeyi anlamadım” diyor ve ekliyor: “Diyorlar ki ışık yılı şu kadar bir zaman ve bir yıldız bizden şu kadar bin ışık yılı çok çok uzakta. O kadar uzaktaki bir yıldızın adını nereden biliyorlar?”. Yani nesnelerin adları o köylünün kafasında varlığının zatının bir parçası gibi algılanıyor. Taşın adı taştır zaten... Oysa bunlar birer saymacaya dayanıyor. Aslında biz öyle kabul ettiğimiz için taşa taş diyoruz. Böyle olmasaydı bizim taş dediğimize İngiliz’in “stone”, Arap’ın “hacer”, Fars’ın “seng” demesi mümkün olmazdı. Taş yahut seng, yahut hacer, stone gibi kelimeler taşın varlığı ile doğrudan alakalı değildir. İnsanlar sonradan bu adları vermişlerdir. Bob Dylan’ın bir kasetini almıştım tesadüfen. Onu dinlerken orada güzel bir şarkı vardı, “Man gave names to all the animals in the beginning” diye başlıyor ve devam ediyor. Yani insan bütün hayvanlara başlangıçta bir ad verir. Ayıyı gördü, kocaman iri yarıydı ve ona ayı dedi. Ondan sonra bir başka hayvan gördü; dört ayaklı kocaman memeleri vardı, süt veriyordu, ona inek dedi. “Man gave names to everything in the beginning”. İnsan başlangıçta her şeye bir ad verir; tabii bu başlangıç uzun sürmüş olabilir.
Biz her şeye bir ad verdik ve her şeyi kendisinden bahsedilebilir hale getirdik. Bu nedenle biz mekanımızda olmayan nesnelerden de adları sayesinde bahsediyor ve onlarla ilgili tasarımda bulunabiliyoruz. Düşünce de budur aslında. Bu neşe, sevinç, vatan, millet, aşk, sevgi, ayrılık, hüzün, zenginlik gibi soyut nesneler de olabilir. Toplumlar önce bu şeyleri algılıyor, sonra onlara ad veriyorlar. Bence bu Allah’ın insana bahşettiği en önemli nimet. Önce algılıyoruz ardından o kelimeler üzerine gramatikal bir ilişki kuruyoruz. Eğer nesnelerin adları yoksa bir düşünce oluşturmamız mümkün olmaz. Nesnelerin veya kavramların adı olmasa idi biz içinde hiçbir yazılımı olmayan bir bilgisayar gibi olacaktık. “Bios” dahi yüklenmemiş bilgisayar düşünün, hiçbir işe yaramaz değil mi? Sadece bios yüklenmiş olsa bile pek bir işe yaramıyor. Bilgisayarların temel programı olan bios, bizim içgüdülerimiz gibidir. İçgüdülerimizle insan olamıyoruz. Onun üzerine bir yazılım lazım, o yazılım da dil. Dil ile biz bütün evreni adlandırıyoruz ve adlandırdığımız şeyler düşünce evremize giriyor.
O zaman adlandırmadığımız kavramları düşünce evrenimizde somutlaştıramadığımız için onlardan bahsedemiyoruz demek yanlış olmayacaktır.
Evet, şu anda adlandırmadığımız kavramlar, olgular, durumlar bizim düşünce evrenimizde yok, onlardan bahsetmiyoruz. Beş sene sonra ya da bugünlerde çıkacak yeni kavramlar olabilir. Örneğin, “farkındalık” diye bir kelime var değil mi dilde, artık nerdeyse sosyolojik bir kavram gibi kullanıyoruz. Mesela eskiden stres diye bir kelime yokken hiçbirimiz stresli değildik. Şimdi stres diye bir kavram var, hepimiz stresli yaşıyoruz. Psikolojik bozukluklarla ilgili adlar yokken psikolojik rahatsızlıkları olan, toplumun bir yerinde bir şekilde yaşayan deli ile veli arasında kullar vardı. Şimdi biz bunların hepsine birer ad tanıdık, hepsi deli oldu. Hiçbirinin velayeti kalmadı. Demek ki nesnelerin adı olmadan düşünmemiz mümkün değil. Yaratılışın şu anda ulaştığı duruma göre biz dil olmadan düşünemeyiz. Bunu nasıl test edebiliriz? Toplumda bazı anlatılar var. Mesela hayvanlar tarafından yetiştirilen insanlar, bir şekilde insanlar arasından ayrılıyor hayvanlar arasında kalıyorlar Tarzan gibi. Bu insanlar, insan topluluklarıyla karşılaştıklarında bir düşünce sistemine sahip değiller; insiyaklarıyla, içgüdüleriyle hareket ediyorlar. Onun dışında bir sevgiden, aşktan, vatandan, gurbetten, özlemekten habersizler. Belki acıktığını bile bilmiyor ama acıkıyor. Canı yanıyor, canının çok yandığını söylemiyor. Üzülmekle can acısı arasındaki farkı bilmiyor; bilmek başka bir şey, onu ifade edemiyor. Demek ki bize lazım olan o kavramlar. Yetişkin bir insan için düşünün... Liseyi bitirmiş ama henüz psikolojinin yahut hukukun yahut edebiyatın kavramlarını bilmiyor. Üniversitede biraz hukuk, biraz psikoloji, biraz sosyoloji kavramları öğrendikçe düşünce kapasitemiz gelişiyor, toplumu daha iyi anlıyor ve daha iyi anlatıyoruz. Ve o kavramlar üzerinden yeni kavramlara ulaşıyor ve düşünceyi o terimler üzerine yapıyoruz.
Bu yüzden sıradan bir insan ile iyi eğitim görmüş bir insanın düşünce kapasitesi arasında fark vardır diyebiliriz.
Sadece bu bile, bugünkü insan için, dilin düşüncenin altyapısını oluşturduğunu gösterir. Başlangıçta hangisi hangisinden çıktı bilemeyiz tabii. Ama insan beyni düşünce üretme yeteneğine sahip olarak yaratılmış. Düşüncenin unsurları da kelimeler ve kavramlar. Ve tabii o kelimeleri ve kavramları birbirine bağlayan bir gramer yapısı. İnsanda o kabiliyet var. Toplum gittikçe o kavramlar üzerine yenilerini koyuyor, her nesil bir öncekinden daha geniş bir düşünce evrenine sahip oluyor, yeni kavramlar oluşturuyor. Bundan yüz yıl önce insan hakları diye bir kavram yoktu. Mesela bizim toplumumuzda kadın hakları yahut pozitif ayrımcılık gibi bir kavram duymuş muydunuz? Gitgide kadın hakları konusunda daha çok şey öğrendik ve bugün kadın hakları diye bir kavram var. Ayrımcılık diye bir kavram tanımlanmamıştı. Bunun üzerine fikir üretmiyorduk. Demek ki aslolan burada dilsel veriler yani kelimeler ve kavramlar. Bu anlamda dil, düşüncenin yatağı gibidir; o yatak olmasa düşünceyi gerçekleştirmemiz mümkün olmaz. Bunun için insanların bireysel olarak da kendilerini dilsel açıdan geliştirmeleri gerekir.
Konu ile bağlantılı olarak Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” sözü aklımıza geliyor...
Orada dilimin sınırları derken kasıtlardan biri, bildiğim kelimeler ve kavramlar, yani dil dağarcığının sınırlarıdır. Diğeri, içerisinde, insan dilinin bir hapishaneye benzetilmesi fikrini barındırır. Biz kendi toplumsal dilimizin imkânlarıyla ve toplum bize nasıl bir dil bahşediyorsa onun içerisinden konuşuyoruz. Örneğin bazı düşünürler şöyle diyorlar; mesela Türk dili önce ayrıntıları söyleyen sonra hükmü veren bir dildir, yani ana unsur sondadır. Arap dili veya Hint-Avrupa dillerinin birçoğu önce hükmü veren sonra ayrıntıları veren dillerdir, birleşik cümlelerde mesela. “Ben filancayı gördüm ki o şöyle bir adamdır.” “Adamı gördüm ki onunla dün tanışmıştım.” Biz önce hikâye anlatır gibi upuzun bir cümle oluşturur en sonunda ne olduğunu söyleriz. “Dün otobüs durağında karşılaştığım, elinde uzun bir şemsiye tutan yaşlıca adam...” gibi. Bu cümleyi duyunca adama bugün daha ne olduğunu bilmiyoruz. Oysa bir batılı en başta adamın öldüğünü söylüyor. Sonra o ölen adamı anlatıyor bize. Bu belki felsefe yapmak için. Acaba diyorum, Türk dilinden büyük felsefeciler çıkmamasının Türk dilinin gramatikal yapısıyla da bir ilişkisi var mı? Bu da bir yandan Wittgenstein için, kullanılan bir sınır, bir alan oluşturuyor. Diliniz toplumsal ve terminolojik olarak iyi işlendiyse sizin daha geniş kapasitede konuşma, felsefe yapma, fikir üretme, bilim yapma kabiliyetimiz olur. Biz, Anadolu’daki Türkler, başlangıçta edebiyat yapmakta da zorlandık çünkü Anadolu’ya gelince yüz, yüz elli sene Türkçe kullanmadık. Sonra Türkçe kullanmamız gerektiğinde bayağı zorluk çektik. Anadolu Türkleri için şiir nasıl söylenir, bilimsel metin nasıl yazılır bunun bir örneği yoktu. Hep Farsçayı, Arapçayı örnek alarak Türk dilini geliştirmeye çalıştık. İlk dönem yazarları ne kadar sıkıntı çektiklerini anlatırlar.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin Dil sayısında...