Kanuni Sultan Süleyman, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi” mısrasıyla belki devleti değil ama devletin algılanışını, daima itibarın kaynağı olduğu vurgusuyla en veciz biçimde ifade etmiş. “Devlet” kavramı, temel aldığınız düşünce sistemine göre farklı anlamlar yüklenmesinin yanında bu kavramı ve etkilerini algılayanların kendini konumlandırdığı noktaya göre de birbirinden farklı anlamlar kazanmakta. Bu durum devletin doğru anlaşılmasını zorlaştırdığı gibi dar çerçeveden yapılan yorumlar devlete karşı çeşitli olumlu-olumsuz önyargıların oluşmasına da yol açıyor. Bu çıkmaza sürüklenişin temelinde, devletin çok yönlü bir yapı olmasının muhakkak etkisi var.
Devlet mefhumu; sosyal, ekonomik ve siyasal mevzuların en çetrefilli, en karışık ve en önemlilerinin başında geliyor. Lugatta “bir hükümet idaresinde teşkilatlandırılmış olan siyasi topluluk” olarak tanımlanan devleti mahiyeti itibariyle ele aldığımız zaman, onu tekil bir yüzeyde değil, çok yüzlü bir prizma şeklinde tahayyül edebiliriz. Teşkilatlanmış yapı olarak tarif edilen devletin, bir yandan soyut düşünce düzleminde derinleştiği görüldüğü gibi bir yandan da somut dünyada doğrudan insana dokunan, insan hayatını etkileyen bir gerçekliğe sahip olduğu anlaşılacaktır. Düşünce boyutuyla devlet, uygulamalarıyla devlet, kamusal alanıyla devlet, çalışanıyla devlet, milletiyle devlet ayrı ayrı ele alındığında her birinde mekanizmanın farklı işlediği görülüyor. Nitekim meselenin zorluğu da bütün bu ayrık yapıları bir ahenk içinde, bir nev’i bir dişlinin çarkları gibi hareket ettirebilmekte gizleniyor.
Ancak devletin muhatapları ve mümesssillerinin devlete hangi perspektiften baktığı devleti zihinlerinde konumlandırmaları bakımından baskın rol oynuyor. Bugün genel manada karşılaştığımız devlet yaklaşımı, Batılı kavramlar üzerinden devlet mefhumunun tartışılması, eleştirilmesi, değerlendirilmesi şeklinde oluyor. Hâlbuki devlet, canlı bir uzviyettir. Devlete canlılığını veren elbette insanı temel alan yapısından ileri geliyor. Gerek devleti idare edenler gerekse devletin idaresinden doğrudan etkilenenler insanlar olduğu ve insan da zamana, zemine göre değişkenlik gösterdiği için devlet her daim canlılığını koruyor. Temelindeki insan kaynağının bir yandan katkı bir yandan talepleri doğrultusunda değişkenlikler gösterebildiği gibi yaşanılan dönemin getirdiklerine göre de şekil alabiliyor. Pek tabii, devletlerin hayalî bir yapıya bürünerek gerçeklikten, gereklilik ve beklentilerden uzak kalması düşünülemez. Hal böyle olunca, aslında her bir devletin kendi coğrafyasında kendi insan kaynağı dâhilinde kendi tarihi tecrübesi içinde değerlendirilmesi en isabetli değer yargısına götürecektir. Zira devletler, gelişim süreçlerinde geçmişlerinde bıraktıkları siyasi, kültürel, sosyal tecrübeler doğrultusunda geleceğini şekillendirmektedirler. Aksini ihtimal dâhilinde kabul etmek, köksüz bağsız, kaygan bir zemin üzerinde nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen savruk bir yapıya yol açacaktır. Ancak en hafif ifadelerle bu şekilde nitelenen süreç, değil bir devletin en basit bir şirketin bile devamlılığını sağlamaya yetmeyecektir. Hâsılı, devlet kavramını veya mevcut devlet yapılanmasını değerlendirirken kendi tarihsel sürecimizi bir mihenk kabul etmek gerekir. Bu mihenk ayaklarımızın yere basarak gerçekçi değerlendirmeler yapmamıza yarayacağı gibi insafsız yorumların veya haddinden fazla teveccühte bulunmamızın da önüne geçecektir. Anlatılmak istenen ironiyi, hiçbir zaman sınıflı yapıya sahip olmamış bir toplumda sınıf sistemini eleştiren ideoloji üzerinden devletin yargılanması şeklinde örneklendirebiliriz.
Düşünce Dergisi’nin temel amaçlarından biri de meseleleri kendi birikimimiz üzerinden yorumlayarak kendi kavramlarımızla açıklamak olduğu için, “Devlet” konusunu da evrensel kaynaklardan da kopmadan kendi zihin dünyamız ve tarihî sürecimiz açısından değerlendirmemiz gerektiğine kani olduk. Meşhur Çin sözüne “İki Yahudi bir araya gelirse şirket kurar, iki Türk bir araya gelirse devlet kurar” şeklinde yansımış teşkilatlanmış millet halinde yaşama düsturu, Türklerin tarih boyunca biriktirdiği devlet pratiğini yönlendirmiştir. İslamiyet’in kabulüyle birlikte farklı mecralardaki tecrübeleri de bünyesine dâhil eden sistem, çeşitlenerek ve çok yönlü bir yapı kazanarak devam etmiştir. Bugünse artık küresel sistem içinde tektipleşen bir düzende, her türlü sınırı ortadan kaldıran teknoloji gölgesinde mevcudiyetini ne şekilde koruduğu tartışma konusu haline gelmiştir. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de devlete ifrat ve tefrit şeklinde yaklaşılmış; bazı kesimlerce putlaştırıldığı gibi bazı kesimler tarafından da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla türlü mücadelelere girişilmiştir.
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, “Devlet” mefhumunun ana gövdesine oturtulması gereken değer, elbette adalet olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin güvenliği tesis etmesi, belli bir refah seviyesini sağlaması, vatandaşlarına hizmet sunması beklentilerin başında gelse de bunların da evveliyatında devletin ilk hareket noktası, adaletin tesis edilmesi şeklinde olmak zorundadır. Devletin her ne kadar nizamı kurma ve koruma vazifesi varsa da bu vazifeyi yerine getirmesini sağlayacak temel aktör yine adalettir. Bu sistem Osmanlı’da “Adalet Dairesi” olarak şemalaştırılmıştır. Nitekim Kınalızade Ali Efendi, İbn-i Haldun’un da Aristo’dan naklen verdiği “devlet-millet” teorisini şu şekilde basamaklandırmaktadır: 1.Adldir mucib-i salâh-ı cihan (Adâlettir dünya düzen ve kurtuluşunu sağlayan) 2. Cihan bir bağdır dîvarı devlet ( Dünya bir bahçedir, duvarı devlet) 3. Devletin nâzımı kanundur (Devletin nizamını kuran kanundur) 4. Kanuna olamaz hiç hâris illa mülk (Kanun ancak saltanat ile korunur). 5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat -devlet- ancak ordu ile zaptedilir) 6. Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayakta kalır) 7. Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır) 8. Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı’nın adâleti alır).
Dairenin yapısı içinde görüldüğü üzere devlet mekanizmasını kuran da işleten de koruyan da adaletin tesis edilmesidir. Aristo’nun İskender’e verdiği bu nasihatte de Platon’un Devlet kitabında Glaukon ile diyalogunda da adaletin temel teşkil edeceği aynı şiddette vurgulanmıştır. Düşünce dünyasını tereddütsüz en çok etkileyen bu filozofların adalet vurgusu, kendi sezgisel derinliklerinin bir kazanımı olmaktan çok, insanlığın ve hatta dünyanın var oluşundan itibaren dünyanın harcına katılmış esası keşfedebilmeleri ile yakından ilgilidir. Yüce Yaratıcı’nın insanları merkezine yerleştirdiği dünya düzenini yaratırken “El-adl” isminin tecellilerini gerek devlet düzeyinde gerekse toplumsal hayatta görmeyi murad ettiği şüphesizdir. Zira “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor!”(Nisa, 58) ikazıyla zaten kurulması gereken sistemin usulü de bildirmiş oluyor.
Devletle ilgili yapılan birçok tenkitin esas dayanağını devlet mekanizmalarının adaletten uzaklaşması oluşturuyor. Adaletten uzaklaşmış bir toplumda hakkaniyete uygun bir eşitlik olmayacağı gibi adaletten yoksun idarenin uygulamaları zulüm ile sonuçlanacaktır. Bu da temel işlevi, nizamı sağlamak olan devletin kendi eli ile toplumsal barış ve düzeni bozmasına sebep olacağı gibi hukuk güvenliğini de temelinden sarsacaktır. Hâlbuki “Toplum adaletle düzelir (Hz. Ali)” esası uyarınca bozuk yapıların bile adaletin işletilmesiyle onarılması ihtimal dâhilindedir. Toplumda adaletin sağlanacağına güven, ancak güçlü hukuk yapılanmalarıyla mümkün olabilir. Güçlü hukuk yapılanması ise devletin hem koruyucusu hem fren mekanizması olacaktır. “Hukuk Devleti” çatısı altında inşa edilen binada, hukukun ve tabi sonucu olarak adaletin işlerliğine olan inanç, toplumsal düzeyde insan hak ve hürriyetlerinin, kamusal düzeyde ehliyet ve liyakat üzere kurgulanmış bir devlet teşkilatlanmasını sağlayacaktır.
Özellikle devletle halk arasındaki münasebet değerlendirildiğinde adaletin devletin bir nev’i uzantısı konumundaki çalışanları vasıtasıyla sunulduğu veya sakınıldığı gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Çalışanları ile somut bir varlık kazanan devlet, çalışanlarının adaleti kurma ve koruma iştiyakı oranında hukuk devleti olabilmektedir. Kanunu yapandan uygulayana kadar her kademeden devlet erkini elinde bulunduranların ehliyet ve liyakatleri de adalet hissiyatlarının gelişiminde elbette etkilidir.
Liyakat sisteminin (meritokrasi) işletilmesi, yani devlet idaresinin her kademesine bilgi ve yeteneğine göre kişilerin getirilmesi yani ehliyetli kimselerin istihdam edilmesi, hem devletin kendi kendisini korumasını sağlayacak hem de idaresi altındaki halka adaletin ve hizmetin ulaştırılması noktasında etkin olacaktır. Yönetenlerin ve yönetilenlerin karşılıklı itimadını doğuran bu yapı, devlette başarıyı, şeffaflığı, hizmetin ivediliğini ve sürekliliğini sağladığı gibi toplumsal huzur ortamına da katkı sunacaktır. Buna mukabil liyakatten uzaklaşarak kayırma siste minin uygulanması, yani bazı yakınlıkları dikkate alarak kişilerin hakkı olmayan yerlere getirilmesi taraflar arasında bir baskı unsuru oluşturacak, duyulan minnetle beraber gayri meşru talepler mecburiyetler doğrultusunda yerine getirilecek ve sonuçta adaletsiz, hakkaniyetsiz, yolsuz bir sistem genişleyerek bütün devlet idaresine yayılacaktır. Bu da kamu yönetiminin uygunsuz bir araç olarak kullanılmasına yol açacaktır. Doğaldır ki kangren gibi her alana yayılan liyakatsizlik ve ehliyetsizlik hastalığı özünde adaletin, toplum düzeninin ve devlet yapılanmasının doğrudan dinamitlenmesi anlamına gelecektir.
Nitelikli kişilerin niteliklerine uygun konumlarda istihdam edilmesi usulünü kendi yakın tarihimizde görmek mümkündür. Nitekim asırlarca “Pax Ottomana (Osmanlı Barışı)” adıyla nitelendirilen ve dünyanın çok farklı coğrafyalarında/çok farklı milletleri ahenk ve huzur içinde yaşatan düzen bun bariz misalidir. Özelikle Devşirme Sistemi’nin başarısının arkasında liyakat sahibi kişilerin en üst düzey devlet görevlerine kadar yükselebilmeleri bu noktada liyakat sistemine (meritokrasi) örnek gösterilmektedir. Osmanlı devlet sisteminde bu yapının kurulmasında, “Emaneti ehline vermediğinizde kıyameti bekleyin (Buhari, İlim 2)” ikazındaki dini saikler rol oynadığı gibi geleneksel idare telakkisinin de katkısı büyüktür. Geleneksel Türk kaynaklarında, özellikle bilgi temalı vurgular yapılmış, devlet idaresine bilgili, ferasetli kişilerin getirilmesinin altı çizilmiştir. Orhun Abideleri’ndeki Bilge Kağan’ın uyarılarından destanlardaki müsabakalardan galip gelenin devletin başına geçirilmesi kurgularına kadar aranacak ilk şartın yetkinlik olduğunun altı çizilmiştir. Devlet idaresini konu alan temel eserlerden Kutadgu Bilig’de de “bilgisize devlet ve kut gelir ise halkın arasına fesat girer ve akıllı bir insanın eline geçerse o, ülkesini huzura kavuşturur” ifadeleri devlet idaresinde bilginin ve dolasıyla ehliyetin vurgusunu yapmaktadır. Bunun pratik uygulamalarını, çeşitli Türk devletlerinde zaman zaman ehliyetli yönetici eksiğinden ötürü başka ülkelerden bilge liyakatli kişileri üst düzey yönetici olarak kendi ülkelerine getirmeleri örneklerinde görebilmekteyiz. Aynı şekilde hanedan ailesinden olmasa bile askeri başarı kazanan yetenekli kişilerin idareciliğine rıza gösterildiğini de kaynaklar aktarmaktadır. Kaşgarlı Mahmut’un aktardığı “Kut belgüsi bilig (kudretin belgesi bilgidir)” de yine iktidarda bilginin temel teşkil edeceğini vurgulamaktadır.
Hülasa, asırların bilgi ve tecrübe birikimi üzerinde yükselen devlet telakkimize baktığımız zaman, bugün kendilerine nispetle konumumuzu belirlemeye çalıştığımız devlet yapılanmalarından çok farklı bir süreçten geçtiğimiz açıktır. Devleti bir dereye benzetirsek bizim ana kolda akan deremize çok farklı dereciklerin, çayların katılmasıyla yepyeni, kendine özgü, zengin ve coşkun bir derenin durmaksızın aktığını görürüz. Düşünce Dergisi olarak gerek dere yatağını gerekse bu dereye katılan ve dereyi besleyen diğer kaynakları müşahede etmek, üzeri tozla kaplı olanları gün yüzüne çıkarmak için bir yola koyulduk. “Devlet”i enine boyuna masaya yatırıp değerlendirmek için çok farklı kalemlerin değerlendirmelerine yer verdik. Ancak bahsettiğimiz üzere böylesi demir leblebi bir mefhumu her açıdan ele almak pek zor olsa da en azından meseleyi ele alış ve algılayış bakımından bir bakış açısı kazandıracak bir kıvılcım olması teselli kaynağımızdır.
İstifadeli olması temennisiyle…