Ülkelerin yaşam şartları, bulunduğu coğrafya, sahip oldukları inançlar, değerler ve dâhil oldukları medeniyetler, ilişki içinde olduğu toplumlar ve karşılaştıkları sorunlar devlet anlayışlarının oluşmasında etkilidirler. Durum böyle olunca günümüzde evrensel bir devlet teorisi fikrine karşı çıkılmakta ve her ülkenin siyasal koşullarına göre kendilerine özgü bir devlet anlayışının varlığından söz edilmektedir. Genel yaklaşım böyle olmakla birlikte, bugün dünya ölçeğinde devleti ve siyaseti anlamak için günümüz dünyasının hâkim unsuru olan Batı düşünce ve anlayışı ile Batıdaki ülkelerin/toplumlarının temel dinamiklerini anlamak gerekmektedir. Kapitalist devletin içinde bulunduğu tarihsel koşullar, sınıf mücadelesinin doğası ya da üretimin yapısı, günümüz devletlerinin yapı ve işlevlerinin tanımlanmasında ve analizinde merkezi rol oynamaktadırlar. Yine de Batı’da tarihsel süreç her dönem farklılıklar göstermektedir. Yani tarihsel süreç içinde devletlerin yapıları ve işlevleri değişen koşullara bağlı olarak farklı nitelikler arz etmektedirler. Diğer bir ifadeyle, ilk zamanlarda burjuva devletinin liberal görüntüsü, büyük ölçüde kapitalizm öncesi mülkiyet dağılımına bağlı olarak şekillenmiş ve iktidar küçük bir vatandaş grubunun elinde toplandığı temsili bir rejim iken, daha sonraları siyasal iktidarın daha geniş grupları temsil etmeye başladığı, servet ve gelir dağılımının serbest piyasaya bırakıldığı bir devlet yapısına dönüşmüştür. Yani insanların çıkarlarını, tutkularını dizginlemek üzere ortaya çıkan, bireysel haklar ve “ortak iyi” nosyonu üzerinde temellenen liberal devlet teorisi, insanlığa ve ülkeye en iyi hizmetin sivil toplum ile serbest piyasaya dayalı olması gerektiği anlayışına bağlı olarak bir dizi önemli değişim geçirmişti. Bu değişimler İngiltere’de ve Fransa’da kapitalizmin geçirdiği siyasal mücadelelere bağlı olarak gerçekleşmişti. Nitekim on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın siyasal düşünürleri liberal demokrasinin gerilemesi ve siyasal alanda çıkar gruplarının yükselişi üzerine, sınıfsal uyumun ve toplumsal birliğin sağlanabilmesi için sivil toplumda, özerk bir şekilde faaliyet yürüten, ancak sektörel ve ulusal karar alma organlarında birbirleriyle ve devletle birlik içinde olan işlevsel sosyo-ekonomik örgütlere dayalı bir toplumsal ve siyasal düzenin gerektiğini, yani korporatist bir devlet yapılanmasını gündeme getirdiler. Bu yeni bakış açısına göre devlet anlayışı liberal teoriden farklı olarak, ortak iyiyi artık devletin temsil ettiği kanaatindedir. Yeni bakış açısıyla devletin nihai amacı olan ortak iyi, devletin ahlaki otoritesini ve meşruiyetini de sağlamaktadır. Dolayısıyla devlet, kamusal değerleri ve normları yansıtmanın yanında kamu için ahlakı ve ideolojiyi de bünyesinde barındırmıştır. Yani korporatizm, sadece bir tane üstün çıkarın olduğu varsayılan bir siyasal sistemde çıkar çatışmasının zora başvurmadan çözülmesinin yolu olarak görülmüş ve bu şekilde liberal devlet anlayışının devletin ekonomik rolü üzerine koyduğu sınırlardan kurtulmayı amaçlamıştır. Ancak böyle bir anlayıştaki korporatist devlet, liberal devlet anlayışının aksine, bağımsız bürokratik iktidarın pozisyonunu siyasal yapı içinde azaltmaktan çok artırmıştır. Çünkü korporatist anlayışta devlete kapitalist gelişim konusunda merkezi bir rol verilmekte ve ekonomik büyüme, ulusal düzen adına gerekirse de demokratik devlet biçimi çok rahat bir şekilde ötelenebilmektedir. Burada devlet, serbest piyasa ekonomisinin etkinliğine müdahale eden bir kurum olarak değil, serbest piyasa ekonomisinin rasyonelleştirilmesinin vazgeçilmezi olarak görülmektedir. Görüldüğü gibi toplumdaki çıkar çatışmalarının yol açtığı sorun, devlete yeni işlev yüklenerek farklı bir örgütlenme içerisinde giderilmeye çalışılmakta ve böylece farklı bir devlet niteliği ortaya çıkmış olmaktadır. Korporatist devlet anlayışının yanında liberal devletin ortaya çıkardığı sorunları gidermek bakımından demokratik değerleri de koruyacak şekilde bir başka devlet anlayışı olarak sosyal devlet anlayışının da geliştiğini görüyoruz. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere kapitalist devletlerin itici gücü, çoğunlukla özel girişime dayalı üretime bağlıydı. 1930’lı yıllara kadar olan bu gelişmeler de özel sektör, toplumsal değişimin merkezi durumundaydı. 1930’lı yıllardan 1970’li yıllara kadar ise giderek sosyal devlet anlayışı önem kazanmış, böylece devletin ekonomi sahasındaki rolü artırılarak değişimin merkezi konumunda yer alan özel sektör kamu sektörü eliyle dengelenmeye çalışılmıştı. 1970’li yıllara kadar Batı dünyasında öne çıkan sosyal devlet anlayışı yerini, günün koşullarına göre yeniden liberal değerlere dönerek Neo-Liberal devlet anlayışına bırakmıştı. Neo-liberal devlet anlayışıyla devlet yapı ve işlevleri yeni koşullara göre yeniden şekillenmişti.
…
Çok farklı açılardan devlet üzerine tartışmaların ele alındığı yazılara yer verilen bu sayıda; doğrudan ya da dolaylı olarak “devlet kutsal bir alan mı yoksa hesaplaşma alanı mı?” ya da “devlet düzen için mi, yoksa insan için mi?” gibi temel sorunlar üzerinden konjonktürel alandaki değişimler de göz önüne alarak devletin yapısı, işlevleri ve konumunu ele alan yazılara yer verilmiştir. Birçok yönden “devlet” olgusunu tartışan yazılarla farklı düşüncelerin aralanmaya çalışıldığı bu sayının yeni fikir ve açılımlara kapı aralamasını ümit ediyoruz.