İnsanlığın tarihsel serencamında inanç/din hep var olagelmiştir. İlk insanla başladığı noktasında fikir birliği edilen inanç/din, insanla benzer bir kaderi paylaşarak mütemadiyen kendini yenilemiş ve çeşitlendirmiştir. Böyle bir çeşitlenmeyi ortaya çıkaran sebeplerden biri -Tanrı’yı dinin kaynağına yerleştiren dinler açısından ele alındığında- “Tanrı’nın müdahalesi” iken; dinin kaynağına Tanrı-dışı varlıklar manzumesini yerleştiren kimi din bilimci ve teologlar açısından ise “insanın kendisini, çevresini, evreni kısaca varlığı anlamlandırma arzusu”, sözü edilen çeşitliliğin bir diğer sebebidir. Sonuç olarak burada en temelde, din denilen yapıları ortaya çıkaran iki varlıktan söz edilebilmektedir: Tanrı ve insan.
Eğer kuruluşu itibariyle günümüze en yakın ve en genç dünya dini olan Sihizm (Kuruluşu 15. yy) esas alınırsa, Sihizm’den günümüze değin şu anda kaynağını aşkın bir varlığın yahut ilahi vahyin yerleştirildiği yeni müesses bir dinin varlığından yahut kuruluşundan söz etmemiz mümkün görünmemektedir. Ancak insanın, kendisini ve âlemi anlamlandırma çabasının devam ediyor oluşu ve “inanma”nın, bir ihtiyaç olarak insan fıtratındaki mevcudiyeti; bu ihtiyacın tatmin edici düzeyde giderilemediği, çağın getirdiği yenilik, soru ve sorunlara uyumda zorluk yaşayan kimi “dogmatik” dinler (örn. Hıristiyanlık, Hinduizm) içerisinde insanın, dinin yeni yorum biçimlerini ortaya çıkarmasını hatta söz konusu dinlerden bağımsız yeni birtakım dinî anlayış ya da hareketleri oluşturabilmesini mümkün kılabilmektedir. Bu çerçevede özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çoğunlukla Amerika, Asya ve Avrupa’da görülmeye başlayan, Moonculuk, Siyantoloji(Scientoloji), Tanrı’nın Çocukları (The Children of God), Osho gibi yeni dinî akımları bu minvalde değerlendirmek gerekecektir.