Türkiye’de din sosyolojisi alanı, iki binli yıllarda hem nicelik hem de nitelik bakımından büyük bir gelişme gösterdi. Bu gelişme şüphesiz küreselleşme, postmodernizm ve din, sekülerleşme, dinî gruplar gibi birçok meselenin de modern Türkiye’de toplumsal değişme ve din sorunu etrafında ele alınmasını beraberinde getirdi. Biz de Düşünce Dergisi olarak gerek yayınlarında ortaya koyduğu özgün kavramsallaştırmaları gerekse danışmanlık yaptığı tez çalışmalarıyla bu alana önemli katkılar sağlayan ve bu katkılarıyla son yıllarda din sosyolojisi alanının öne çıkan isimlerden biri olan Prof. Dr. M. Tayfun Amman’la toplumsal değişme ve din hususundaki güncel meselelere nasıl bir perspektifle baktığını konuştuk.
Son yıllardaki çalışmalarınızla Türkiye’de Batı merkezli din sosyolojilerinden farklı olarak Türkiye’ye özgü tarihsel şartları ve toplum psikolojisini daha çok önemseyen bir yaklaşımla din sosyolojisi literatürüne yeni kavramlar kazandırdınız. Bunda tarih ve sosyal psikoloji gibi disiplinlerin yaklaşımlarını kullanmanızın rolü olduğunu ve bunun da din sosyolojisi alanındaki görüşünüzü derinleştirdiğini düşünüyoruz. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de sosyoloji ve ilahiyat gibi alanlarda lisans eğitimi alan ve bu alanlarda akademik çalışmalarının henüz başında olan kişilere tavsiyeleriniz nelerdir? Bilhassa modern dünyada dini anlamaya çalışırken metodolojik olarak hangi hususlara dikkat etmeliyiz?
Evet, ifade ettiğiniz gibi öğrencilerime sık sık “Sosyolojinizin zengin olmasını istiyorsanız sosyal tarih, sosyal psikoloji ve sosyal antropoloji ile; güçlü olmasını istiyorsanız felsefe ile onu beslemelisiniz.” Diyorum ve bunu yapabildiğimce kendim de yapmaya çalışıyorum. Tabii çalışma konusu “Türkiye’de din” olunca bir taraftan günümüz Türk toplumunu anlamak için Orta Asya’dan bugünlere kadar gelen Türklerin kavmî niteliklerinden başlayıp bin yıllık İslâm dairesine girmenin etkilerini; bu coğrafyada yönetici bir millet olarak farklı kültürleri bir arada yüzlerce yıl yaşatabilmenin kazandırdığı birikimleri; iki yüz yıllık modernleşme, yüz yıllık uluslaşma, yetmiş yıllık sanayileşme, otuz yıllık küreselleşme süreçlerinin dönüştürücü gücünü göz önünde bulundurmanız gereken devasa bir sosyal tarih karşınıza çıkıyor. Diğer taraftan tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, tasavvuf, İslâm tarihi gibi yine devasa bir dinî literatür… Kısacası bu konuda çalışmak; sosyologsanız bir ilâhiyatçı kadar dini, ilâhiyatçıysanız bir sosyolog kadar sosyolojiyi bilmenizi gerektiriyor.
Metodolojiye gelince “metod”dan yani bizi bilimsel bilgiye götüren yolun bilgisinden söz ediyoruz. Bunun için “bilimsel düşünme”ye meleke kesbetmiş bir zihne sahip olmak gerekiyor: Araştırma sorusunu olabildiğince alt soru ile derinleştirme, bağlantılı tüm olgusal verileri toplamaya çalışma, bağımsız ve bağımlı değişken ilişkisini doğru kurabilme, ara değişkenleri hesaba katma, çoğul düşünebilen, farklı ve birbirine zıt olabilirlikleri hesaba katabilen esnek bir zihin, gözlük değiştirebilme, yani her biri bize olgunun bir başka boyutunu gösteren farklı teorik çerçevelerle bakabilme gibi hususiyetler… Bir de en az bunlar kadar önemli olan, bir toplumsal aktör olarak sahip olduğumuz dünya görüşü, ideoloji ve inançlarımızın zihnimizde oluşturduğu kısıtlamaları, karartmaları görebilmeye çalışmak; ön yargılarımızın, hislerimizin, arzularımızın çarpıtıcı etkilerini, oluşturabilecekleri yanlılıkları en aza indirmeye çalışmak… Bunların hiçbiri kolay kazanılabilecek nitelikler değil. Yıllar süren çabaları gerektiriyor. Kısaca “İlim insanı doğulmaz, olunur.” diyelim ve kendimizi de hiçbir zaman “Oldum.” görmeyelim.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin "Din" sayısında...