Platon ve Sokrates’ten beridir insanın tanımı üzerinde ciddiyetle durulmaktadır. Bu kapsamda çok çeşitli tanımlamaların yapıldığı görülür. Bunlar arasında akıl sahibi olmak, insanı diğer canlılardan ayıran önemli bir özellik olarak vurgulanır.1 Hâlbuki insanı hayvana yaklaştıran, onunla ortaklaşa sahip olduğu birçok özellik vardır. Onun için belki de insan düşünen bir hayvandır tanımının gizlediklerine odaklanmak gerekir. Bu kavrayışın semantik yansıması akıl üzerinden yapılan tanımlamadan biraz farklı durmaktadır. İlki, aklın yüceltilmesi neticesinde insanın diğer özelliklerini bir anlamda gizleyen bir etki yaratmaktadır. Yani akıl çerçevesinde şekillenen, aklın belirleyici olduğu ve her şeyin ona göre düzenlendiği bir kavrayış söz konusudur. İkinci tanımda ise belki ilk bakışta fark edilemeyecek bir anlamsal farklılık vardır. İnsana dair bu kavrayış, insan, hayvanlar içinden bir hayvandır; yalnız aklı vardır gibi bir anlamlandırmaya sahiptir. Yani esasında aklı değil akıl dışındaki ortak nitelikleri merkeze almaktadır. Diğer deyişle akıl sadece hayvanlar içinden bir tür olan insanın ayırt edici özelliğidir. Hepsi o kadar. Buradan insan aklının küçümsendiği çıkarılmamalıdır. Tam tersine bu niteliğin ne olduğu ve yarattığı fark çok iyi bir biçimde kavranmış durumdadır. Bu bakış açısı, insanın akıl dışında kalan ve hayvanlarla paylaştığı özelliklerin de net bir biçimde farkındaydı. İşte “akıl sahibi insan” ve “hayvan” ilişkisinde ilk anlayış, insanın hayvan ile bağını mümkün mertebe gizlemeye çalışıp aklı yüceltirken ikinci anlayış aklı önemli bir ayrım noktası kabul ederek hayvanla paylaşılan ortak özellikleri yerli yerinde değerlendirmiştir.
Freud’un 19. yüzyılın sonundaki marjinal çıkışı her ne kadar insanlığa onun hayvani yönünü hatırlatsa da modern çağın “rasyonel insanı” yine de aklı övmeye devam etti. Şüphesiz akıl sahibi olmak övgüyü hak eden ayırt edici bir niteliktir. İnsanlığın içinde bulunduğu çağa değin rasyonel zemin üzerinde hiç durmadan gelişmesini sağlayan en önemli özellik akıl sahibi olmaktır. Öte yandan muhakeme bağlamında aklın yanılması, insan psikolojisine mahsus diğer özellikler karşısında sıklıkla yenik düşmesi gibi kusurlar üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerekir. Haz, sevgi, öfke, saldırganlık, korku ve daha onlarca duygu türü tümüyle insanın irrasyonel (bir kısmıyla da hayvani) tarafına yönelik oldukça etkili özelliklerdir. Bunlar insan davranışı üzerinde ciddi etki yaratan unsurlar olarak kabul edilir. Bir yönüyle de aklı devre dışı bırakma potansiyeli taşıyan güçlerdir. Aşık olanın, kavgaya tutuşanın ya da cinnet geçirerek cinayet işleyenin aklıyla hareket ettiğini iddia etmek güçtür. Tüm bunlar ve diğer kuvvetli duyguların zihnin önüne geçtiği zamanlarda aklın tam manasıyla işlediği görülmemiştir. Mesela korku veya panik anında belki aylarca belki yıllarca süren eğitim neticesinde elde edilen bilginin tatbik edilememesi de bundandır. Pozitif manada tatlı sözün yılanı deliğinden çıkarması da bu sebepledir. Aynı şekilde, akla seslenen sağlam argümanlar yerine sevgilinin yüreğine hitap eden bir dörtlüğün etkisi de aynı prensibe dayanır. Sevgi gelince akıl baştan gider. Aynı şey korku, öfke, kaygı, kibir, acıma gibi duygular için de geçerlidir. En gelişmiş beyinler bile hiçbir zaman içinde barındırdığı hayvani tarafını ve diğer irrasyonel kategorideki duygularını tamamen bastıramamıştır. Bu sebeple akıl ve duygu/inanç arasında en başından beri süregelen bir çatışmadan bahsedilir.
1 Dücane Cündioğlu’nun konuya dair iki ayrı konuşması için bakınız; https://www.youtube.com/watch?v=TF27cTnQ_DI&t=689s (23.05.2020) ve https://www.youtube.com/watch?v=lDkbChUjj6Y&t=9s (23.05.2020).