Düşünce Dergisi > Röportaj |

prof dr veysel bozkurt ile röportaj quot yapay zek çağında

prof. dr. veysel bozkurt ile röportaj "yapay zekâ çağında bir kimlik arayışı: emeğin geleceği yahut geleceğin emeği"

Bu sayımızda “emek” kavramını çok boyutlu bir biçimde ele alırken, emeğin yalnızca üretim süreçleriyle değil, aynı zamanda kimlikle, aidiyetle, toplumsal rollerle ve teknolojik dönüşümle iç içe geçmiş bir olgu olduğunu da vurgulamak istedik.

Bu sayımızda “emek” kavramını çok boyutlu bir biçimde ele alırken, emeğin yalnızca üretim süreçleriyle değil, aynı zamanda kimlikle, aidiyetle, toplumsal rollerle ve teknolojik dönüşümle iç içe geçmiş bir olgu olduğunu da vurgulamak istedik. Bu çerçevede, emek meselesini hem tarihsel bağlamı içinde değerlendiren hem de geleceğe dair söz söyleyen özellikle sosyoloji ve sosyal politika alanındaki çalışmalarıyla tanınan değerli bir isimle, Prof. Dr. Veysel BOZKURT hocamızla konuştuk. Dünyanın yeni bir dönüşümün eşiğinde olduğu günümüzde özellikle teknolojik gelişmelerin ve yapay zekânın emeği nasıl değiştirdiğini okuyacağınız keyifli ve ufuk açıcı bir sohbet sizleri bekliyor.

Kıymetli hocam, izin verirseniz sohbetimize öncelikle “emek” kavramından bahsederek başlayalım. Eskiden emek dediğimizde hemen aklımıza beden gücüyle yapılan işler gelirdi.  Ancak bu anlayış giderek değişiyor, teknolojik değişmelerin hızlandığı bir dünyada “emek” de bundan payını alıyor. Yapay zekâ, algoritmalar, veri üretimi… Sizce tüm bunlar emeğin doğasını mı değiştiriyor, yoksa sadece şeklini mi? Mesela “klasik emek tanımları ‘yeni düzeni’ açıklamaya yetmiyor” diyebilir miyiz?

Evet, haklısınız. Son 50 yılda, post-endüstriyel toplumun yükselişiyle birlikte, bedensel çalışmanın yanında zihinsel emeğin de değer kazanmaya başladığını gözlemlemek mümkün. Emek kavramı uzun süredir dönüşüm süreci içinde; bu evrim sadece yüzeysel bir biçim değişikliğinden ibaret değil, özü itibarıyla köklü bir dönüşümü yansıtmaktadır. Hatta ‘dijital emek’ ve ‘maddi olmayan emek’ gibi kavramlar, yapay zekâ çağında ortaya çıkan değişimlerin boyutunu tam anlamıyla açıklamakta yetersiz kalıyor.

Öte yandan, ‘çalışma’ kavramıyla literatürde zıt anlamı olan ‘boş zaman’ (leisure) arasındaki sınırlar giderek belirsizleşmeye başladı. Sosyal medyada geçirilen boş anlarda dahi veri ürettiğimiz, algoritmaların eğitilmesine katkıda bulunduğumuz günümüzde, ‘ücretsiz dijital emek’ olgusunun yaygınlaştığını söylemek mümkün.

Yapay zekânın hayatımıza girmesiyle birlikte, bireylerin kendilerini emek üzerinden tanımlamaları daha zor hale gelmiştir. Özetle, ‘klasik emek tanımları’ günümüzün getirdiği yeni dinamikleri açıklamaya yetmemekte; emek öznesi olarak yapay zekânın da içine alındığı yeni bir kavramlaştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır.

Bıraktığınız yerden devam edersek… Tarihi süreç içerisinde emek, çoğu zaman sınıf çatışmalarının merkezinde yer aldı. Bugün bu mücadeleler sizce nasıl bir zeminde ilerliyor, özellikle dijitalleşme bu dengeyi nasıl etkiliyor?

Üretim araçlarının – dolayısıyla emeğin de – kontrolü, belirtmiş olduğunuz gibi, tarihsel olarak sınıf çatışmalarının merkezinde yer almıştır. Endüstri Devrimi’nde kol gücüne dayalı fiziksel emek, fabrika üretiminin bel kemiğini oluştururken; günümüzde veriyi yöneten ve algoritmaları tasarlayan kesimlerin önemi giderek artmaktadır.

Her ne kadar emek ile sermaye arasındaki gerilimin şekli değişiklik gösterse de, çatışmanın özü değişmemiştir. Büyük veri, yapay zekâ araçlarının mülkiyeti ve tekelleşme; emek-sermaye çatışmasında bugüne kadar gözlemlemediğimiz, emek aleyhine bir gelişme potansiyelini beraberinde getirmektedir. Mücadele sürse de, emek giderek daha dezavantajlı bir konuma düşmektedir.

Önümüzdeki dönemde, mevcut dönüşümün bildiklerimizin ötesinde olduğu göz önünde bulundurulduğunda, yeni mücadele biçimlerine tanık olabiliriz. Bu durum, emek alanında yeni dijital örgütlenmelerin ve hak arayışı mücadelelerinin ortaya çıkması için zemin hazırlamaktadır. Dijitalleşme, sınıf çatışmalarını daha karmaşık bir hale getirmektedir.

Hocam, malumunuz prekaryalaşma ve güvencesiz çalışma şekilleri uzun süredir tartışılan konulardan. Hatta COVID-19 Pandemisi’nin bunu giderek derinleştirdiğine şahit olduğumuz zamanlar yaşadık ve bu kapsamda birçok akademik çalışma da yayınlandı. Son geldiğimiz noktada ise “Yapay Zekâ Devrimi” olarak adlandırabileceğimiz bir sürecin içerisindeyiz. Acaba hepsi birlikte düşünülünce “güvence”nin kendisi yeniden tanımlanmalı mı? Çünkü “yeni normal” sanki atipik istihdam şeklinde tezahür etmeye başladı. Eğer böyle düşünürsek yeni riskler ve eşitsizlik biçimleri neler olabilir?

Örgütlü kapitalizmin gerileme sürecine paralel olarak, güvencesiz çalışmanın hızla arttığına tanık olduk. Küreselleşme, esnek üretim modelleri ve teknolojik değişim gibi dinamikler, güvencesiz çalışma olgusunu daha da hızlandırdı. COVID-19 sürecinde ise hem dijitalleşme hem de güvencesizlik konuları daha yoğun bir şekilde tartışılır hale geldi. Son yıllarda yapay zeka teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, her alanda belirsizliği derinleştirdi. ‘Atipik çalışma’ ve ‘atipik hayat’ kavramlarının güçlenme potansiyeli oldukça yüksek; yapay zekâ, şimdiden bazı meslek gruplarını zor duruma sokuyor. Örneğin, tercüme işinde eskiden 100 tercümanla yürütülen işler, bugün yapay zekâ desteğiyle yalnızca birkaç tercümanla gerçekleştirilebiliyor. Yapay zekâ devriminin erken aşamalarında olduğumuzu düşünürsek, prekaryalaşmanın daha da hız kazanacağı açıktır.

Sizin de belirttiğiniz gibi, muhtemelen ‘güvence’ kavramını yeniden tanımlamak zorunda kalacağız. Prekaryalaşma, uzaktan çalışma ve yapay zekâ devrimi; güvencesizliği artık ‘istisna’ değil, ‘kural’ haline getiriyor. Beck’in ‘risk toplumu’ tezine paralel olarak, geliştirdiğimiz teknolojiler ücretli emeği daha fazla zor durumda bırakmakta ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmektedir. Buna karşılık, dijital panoptikon giderek güçleniyor; gözetim mekanizmaları fiziksel sınırları aşarak evlerimize ve zihinlerimize kadar nüfuz ediyor.

Özetle, bu yeni dönemde sosyal politika araçlarını yeniden düşünmemiz gerekiyor. Geleneksel sosyal politika uygulamaları, günümüzün ihtiyaç ve dinamiklerine cevap vermekten uzaklaşmış durumda. Önümüzdeki dönemde, 'evrensel temel gelir' kavramının daha fazla gündeme geleceğini öngörmek mümkündür.

O hâlde yapay zekânın bu tabloyu daha karmaşık hale getirdiğinden bahsetmek de yanlış olmayacaktır.

Haklısınız, yapay zekâ bu tabloyu kesinlikle daha da karmaşıklaştırıyor. Bir yandan üretkenliği artırırken, diğer yandan emeğe olan talebi azaltıyor. İhtiyaç duyulan vasıflar sürekli değişiyor; mevcut vasıfların büyük bir kısmı önemsizleşiyor ve rekabet gücü zayıflayan, güvencesizleşen emeğin sömürüsü daha da kolaylaşıyor.

Yani karmaşıklaşma…

Evet, “karmaşıklaştırma” ifadesi tam yerinde bir tanımlama. Çünkü yapay zekâ inanılmaz bir hızla gelişiyor, önceden tahmin edilemeyecek kadar geniş alanları derinden etkiliyor ve mevcut durumda yarattığı işlerden çok daha fazlasını otomatize ediyor. Robotlar her geçen gün daha becerikli hale gelirken, maliyetleri de düşüyor. Bir sanayici arkadaşımın belirttiğine göre, aldıkları bir robotun kendini bir yılda amorti etmesi mümkündür. Bu koşullar altında, önümüzdeki dönemde sanayicilerin yapay zekâ destekli robot kullanımını artırmaları kaçınılmaz görünüyor.

“Yaratıcı yıkım”ın çalışanlar açısından boyutları ise oldukça ağır olabilir. Son dönemde yapay zekânın artan becerileri, yalnızca düşük vasıflı işler değil; yazılımcılık, doktorluk, avukatlık gibi yüksek vasıf gerektiren meslekleri de tehdit etmeye başladı. Görünür gelecekte bu meslekler tamamen ortadan kalkmasa da, daha az sayıda hukukçu ya da doktorla daha fazla iş yapılması mümkün hale gelebilir. Bu durum, tüketiciler açısından avantaj sağlasa da, çalışanlar açısından işsizlik ve gelir kaybı risklerini beraberinde getirebilir.

Ayrıca, yapay zekânın adeta sınır tanımayan gözetim kapasitesi, mahremiyet kaybına ve yeni bir tahakküm sürecine zemin hazırlayabilir.

prof. dr. veysel bozkurt, kitaplar

Hocam bir de dezavantajlı gruplar meselesi var… Tarihi süreç içerisinde kadınlar, gençler ve yaşlılar “emek” bağlamında –çoğunlukla- teknolojik gelişmelerde olumsuz etkilenmişlerdir. Buna göre sizce odağında dijitalleşme ve yapa zekânın olduğu günümüz çalışma hayatı bu gruplar açısından yeni eşitsizlikler oluşturuyor mu?

Günümüzde yapay zekâ, dijital becerilere sahip bireyleri güçlendiriyor. ‘Dijital yerliler’ olarak adlandırılan kesimler teknolojik dönüşüme uyum sağlama konusunda daha avantajlılar. Buna karşılık, dijital becerilerden yoksun olan bireyler daha fazla sıkıntıyla karşılaşabilir. Örneğin, dijital teknolojilere ulaşamayan yoksullar veya dijital yetkinlikleri yetersiz yaşlılar, daha fazla dışlanma riskiyle karşı karşıyadır. Nitekim, özellikle 65 yaş üzeri gruplarda dijital uçurum giderek derinleşmektedir.

Teknolojinin hem kullanımında hem de sektörel istihdamda dezavantajlı konumda kalan grupların sayısı artarken, yapay zekâyı geliştiren ekiplerin oranı oldukça düşük kalmaktadır. Bazı yazarlara göre, yapay zekâ erkek-merkezli veri setleriyle eğitilmekte ve bu durum önyargılı algoritmaların geliştirilmesine zemin hazırlamaktadır. Her ne kadar teknoloji kullanımında gençler görece avantajlı olsalar da, yapay zekânın insan emeğini giderek daha fazla ikame ettiği ve güvencesizliğin arttığı bir dönemde, çalışma hayatına atılmanın riskleri de beraberinde gelmektedir.

Kısacası, yapay zekâ ve dijitalleşme, gerekli önlemler alınmadığı takdirde mevcut toplumsal eşitsizlikleri derinleştirme potansiyeline sahiptir. Öte yandan, uygun sosyal politika önlemleri devreye alındığında bu riskler belirli ölçüde azaltılabilir.

O zaman yaşanan dönüşümün dezavantajlarını avantaja çevirmek için “emek piyasası politikaları” yeni bir anlayışa muhtaçtır diyebilir miyiz? Ya da biraz daha farklı soracak olursak sosyal politika disiplini, hem teori hem uygulama anlamında, yapay zekâ çağında emeği daha adil ve insani kılmak için nasıl bir paradigma üzerine kurgulanmalıdır?

Kesinlikle yeni bir anlayışa ihtiyacımız var. Mevcut sosyal politika geleneği, esas olarak endüstri toplumunun ihtiyaçlarına göre biçimlenmiş durumda. Kitle örgütlerinin temelini oluşturan endüstriyel kitle üretimi büyük ölçüde geride kaldı; sendikaların önemli insan kaynağını temsil eden mavi yakalı işçilerin sayısı da ciddi oranda azaldı. Robotlara devredilen işlerin sayısı her geçen gün artarken, günümüz koşullarında çalışanlar için ‘evrensel temel gelir’ talebi ve ‘evrensel temel dijital haklar’ kavramı daha çok gündeme getirilmeye başlandı.

‘Emek olarak veri’ (data as labor) yaklaşımı, dijital sistemlere sunduğumuz verileri emek olarak tanımlamayı ifade ediyor. Bu durum, kişisel verilerin yalnızca korunmasının ötesinde, ekonomik değerlerinden pay alınmasının da gündeme gelebileceğini gösteriyor. Yapay zekâ çağında sosyal politika, sadece teknolojinin olumsuz etkilerini azaltmaya odaklanmamalı; bunun yerine, özellikle yapay zekânın başında olduğu teknolojik gelişmelerin, yalnızca dar bir kesime değil toplumun tamamına hizmet eden bir toplum inşasına katkıda bulunması esas alınmalıdır.

Peki ya Türkiye?.. Her ne kadar yaşlı nüfus oranımız %10’u geçtiği için yaşlı bir toplumsal yapıdan bahsediyor olsak da hala genç nüfus oranımız ümit vadeder bir seviyededir diyebiliriz. Tabii doğru değerlendirebilmek şartıyla… Ama bununla birlikte maalesef işsizliğin bazı iyileşmelere rağmen yine de yüksek seyrettiğini ve başta enflasyon olmak üzere bazı ekonomik problemlerle yüzleşen bir ülke olduğumuzu da unutmamak lazım. Ayrıca son on yılı aşan bir süredir de göçmen nüfus meselemiz var. Tüm bunların bir gerçeklik olarak yaşandığı yerde ise çalışma hayatında dijitalleşme ve yapay zekâ tartışmaları insana biraz ürkütücü de gelebiliyor. Sizce bu teknolojik dönüşüm Türkiye için daha çok bir tehdit mi, yoksa bir fırsat mı olur?

Türkiye açısından yapay zekâ, iki ucu keskin bir kılıç gibidir. Bir yandan önemli fırsatlar sunarken, diğer yandan gerekli hazırlıklar yapılmadığında ciddi riskleri de beraberinde getiriyor.

Demografik olarak hızlı bir yaşlanma sürecine girmiş olmamıza rağmen hâlâ eğitilebilir kalabalık bir genç nüfusa sahibiz; henüz ‘demografik fırsat penceresi’ kapanmış değil, dinamik bir işgücü mevcut. Ancak nitelik açısından ciddi sorunlarımız da var. Dijital beceri açığı sürerken, her dört gençten biri ne eğitimde ne de istihdamda yer alıyor (NEET).

Türkiye’de işgücünün yoğunlaştığı sektörler genellikle otomasyona en açık sektörler olarak tanımlanıyor. Diğer taraftan, dijital uçurum önemli bir sorun teşkil ediyor; bölgesel eşitsizlikler derinleşme riski taşıyor. Ayrıca, mezunların sahip olduğu vasıflarla işgücü piyasasının talep ettiği nitelikler arasında uyumsuzluk devam etmekte ve özellikle yapay zekânın gelişi bu uyumsuzluğu daha da artırabilir.

Öte yandan, ‘teknolojik paradigma değişimi’ çerçevesinde, bazen geç başlamak avantaja dönüşebilir; Türkiye’nin bu alanda önemli bir potansiyeli mevcut. Ülkemizin nüfusunun, yapay zekânın ihtiyaç duyduğu becerilerle donatılması hayati öneme sahip.

Kısacası, Türkiye için yapay zekâ ne tek başına bir fırsat ne de yalnızca bir tehdittir; her iki unsur da bir arada mevcuttur. Hangisinin öne çıkacağı ise, bu süreçte ne kadar iyi hazırlandığımıza bağlıdır.

Hocam tam yeri gelmişken bir de çalışma ve anlam arayışı meselesine baksak… Malumunuz emek sadece üretim değil, aynı zamanda toplumsal aidiyet, kimlik ve anlamla da ilişkili. Yani sırf para kazanmak için çalışmıyoruz. Bununla birlikte dijitalleşmenin giderek fazlalaşması ve yapay zekânın birçok işi insandan “daha iyi” yapması insanlarda bir işsizlik korkusu da oluşturuyor. Bu dönüşüm ve durum sizce insanların çalışma üzerinden anlam arayışını nasıl etkiliyor/etkileyecektir?

Bu son derece önemli bir konu. Çalışma, sizin de belirttiğiniz gibi, yalnızca para kazanma aracı değil; aynı zamanda kimliğimizi, aidiyetimizi belirleyen ve varoluşumuza anlam veren temel bir unsurdur. Yaptığımız iş sayesinde kendimizi gerçekleştiriyor, hayatımıza derin bir anlam katıyoruz.

Ancak yapay zekânın gelişi, işini kaybeden kitlelerde büyük bir anlam krizi ve işe-yaramazlık duygusu yaratma potansiyeli taşımaktadır. Çalışmayan herkese evrensel gelir garantisi sağlansa bile, pek çok kişi özdeğer duygusunu yitirme riskiyle karşı karşıya kalabilir.

Yapay zekâ çağında empati ve sosyal zeka gibi, yalnızca insana özgü becerilerin geliştirilmesinin önemi daha da artmaktadır. Çünkü bu nitelikler, yapay zekânın ulaşamadığı tamamlayıcı unsurlardır.

Bir diğer çözüm yolu ise, çalışmanın gerilediği toplumlarda gönüllülük faaliyetleri ve serbest zaman etkinliklerinin yaygınlaştırılmasıyla ortaya çıkan anlam boşluğunu telafi edebilmek olabilir.

Peki, hocam son olarak müsaadenizle size şunu sormak isteriz. Dijitalleşme ve yapay zekânın yaşattığı dönüşüm ve belirsizlikler içerisinde özellikle genç kuşaklar için “emek” kavramı biraz bulanık hale gelmiş gibi görünüyor. Sizce bu “yeni” dünyada gençler neye tutunmalı, nasıl bir yol çizmeli? Onlara bir araştırmacı ve bir hoca olarak tavsiyeleriniz neler olur?

Çok önemli bir soruyla röportajı noktalıyorsunuz. Evet, dijitalleşme ve yapay zekâ, genç kuşaklar arasında ‹emek› kavramını bulanıklaştırıyor. Bu bulanıklık, yalnızca teknik bir belirsizlik yaratmıyor; aynı zamanda varoluşsal bir arayışı da tetikliyor. Bu yeni çağda, bir araştırmacı ve hoca olarak gençlere şu tavsiyelerde bulunuyorum:

Güncel araştırmalar, yapay zekâya karşı dirençli becerilerin hibrit bir yapıda geliştiğini ortaya koyuyor. Tek bir alana derinleşmenin yeterli olmadığını, farklı disiplinleri harmanlamanın kritik öneme sahip olduğunu gösteriyor. Özellikle ‘Pergel beceri seti’ yaklaşımı; belirli bir alanda derinleşirken, aynı zamanda geniş temel bilgiler edinmenin önemini vurguluyor. Örneğin, dijital pazarlama konusunda uzmanlaşırken, bu alanı antropoloji ve psikoloji bilgileriyle desteklemek büyük avantaj sağlayabilir.

Gelecekte en değerli beceriler arasında, algoritmaların asla gerçekleştiremeyeceği ‘sınır geçişleri’ yer alacak. Vaktiyle Toffler, “21. yüzyılın cahili, okuma-yazma bilmeyen değil; yeniden öğrenmeyi bilmeyen olacaktır” demişti. Belirsizlik ortamında çalışmayı ve yaşamayı öğrenmek, artık kritik bir beceri haline gelmiştir. Bu süreçte sorgulama, eleştirel düşünme ve yaşam boyu öğrenme gibi nitelikler büyük önem taşımaya başlamıştır.

“Korkunun ecele faydası yoktur” derler. Yapay zekâyı reddetsek bile, devasa bir dalga gibi önümüzde sürükleniyor. Onu yok saymak sorunlarımızı çözmez; ancak sorgulamadan, eleştirel bir yaklaşımla benimsemek de yanlış olur. Bu nedenle çağamızda yapay zekâ okuryazarlığı hayatî bir önem taşımaktadır. Yapay zekâ okuryazarlığı, bu teknolojiye dair farkındalığı artırmayı, etik ilkeler çerçevesinde kullanmayı ve eleştirel bir sorgulama ile değerlendirmeyi ifade eder. Sonuç olarak, yapay zekânın etkin kullanımı hepimizin kapasitesini olağanüstü ölçüde artıracaktır.