“Dilsiz yaşayamıyoruz!”
Hocam konusu entelektüel olan ilk sayımızda görüşlerinize yer verebilme fırsatımız olmuştu. Ardından gelen üç sayımızın hazırlanma sürecinde bir şekilde hep dil konusuna temas ettiğimizi bu nedenle daha iyi anlayabilmek için bu meseleye özel olarak eğilmemiz gerektiğini fark ettik. Dil ile ilgili bir çalışma yapınca sizin görüşleriniz olmaksızın bu sayının eksik kalacağını düşündük. O yüzden zaman ayırdığınız ve görüşme yapmayı kabul ettiğiniz için çok minnettarız. Hocam dil hakkında konuşurken ve düşünürken yine ait olduğumuz dil dünyası olarak belki de en iyi ihtimalle bildiğimiz ya da aşina olduğumuz dil dünyalarına zaman zaman sığınarak bunu gerçekleştirmek aslında bir açmaz mıdır? Dil derken yine aynı dilin sınırlarında kalmak zorunda oluyoruz. O bakımdan dili kendi sınırları içinde kalarak düşünmek acaba bir imkânsızlık mıdır yahut başka bir deyişle dil hakkında düşünebilmek ve üretebilmek için bir üst dil mi kurmak gerekiyor?
Dil hakkında konuşmak dilin felsefesini yapmak demektir. Bu her konu için geçer akçedir. Her konuyu bir üst dille açmaya/açımlamaya (teşrih etmeyi kastediyorum) çalışıyoruz. Dilin dışında dilin üstünde bir varlığımız yok. Bunu neye benzetebiliriz? Havayı tarif etmek için havanın dışına çıkamıyoruz, çünkü havasız yaşayamıyoruz. Yani tamam, olabilir, fezaya çıkabiliriz ama yine de içinde bulunduğumuz ortam havalı bir ortamdır; feza gemisinde bulunuyoruz. Dil de öyledir; dilin dışına çıkarak çok farklı bir ortamdan dili yargılama imkânı yoktur. Mutlaka dilin içinde kalarak dili yargılamak mecburiyetindeyiz. Çağımızın büyük bir filozofu Heidegger’in değişiyle dil vazgeçilmez yuvamızdır, dünyamızdır, âlemimizdir. Çünkü düşünme dil ile olmaktadır. Düşünmekten kesildiniz mi dilden kesiliyorsunuz, dilden kesildiniz mi düşünmekten kesiliyorsunuz. Dili yitirmek, topyekûn yitirmek -yani dilsiz kalmak anlamında söylemiyorum, konuşma imkânını kaybedebilir insan ama yine diline devam ediyor- bilincin yitimi demektir. Bilincimizi sürdürdüğümüz sürece dilli bir varlığız, dille iş görmekteyiz. Dilin gücünü yitirdiği durumlar var mı? Evet, var; duygu durumları… Duyguyla kastettiğim histir. Türkçede bunu çok yanlış anlamlandırıyoruz, işitmeyle karıştırıyoruz. Duygular dilsiz cereyan ederler ama ne vakit duyguyu dile getirirsek (meselâ şuram acıdı, yemeğiniz güzel olmuş, çay acı gibi…) bunları ifadeye dökmüş oluruz. Yani duyduğumu, hissettiğimi kavramların içine yerleştiriyorum ve onların arasında bağlantı kuruyorum. Salt dilsiz duyma yaşaması olabilir mi? Benim bildiğim iki hâl var. Birincisi, dinin en üst mertebesini ifade eden sufi-hayat, tasavvuf halleri… Bir de -affınıza sığınarak söyleyeceğim- kadın erkek ilişkisi; aşk ilişkisi… Bu ikisi tümüyle dilden soyutlanmış bir hâldedir. O bakımdan meselâ sufilerin metinleri sufiliğin dışında olan kişilere kapalıdır, anlaşılmaz bir dildir. Demek ki bu iki hâl dışındaki -ki zaten çok yoğun duygulara hâl diyoruz- bütün yaşamalarımız, yaşama hâllerimiz dille ortaya çıkmaktadır. Hatta rüyalarımızda bile sessiz bir dil kullanıyoruz, orada bile bir dil olayı yürürlüktedir. Meselâ “falanca, dile bihakkın vakıftır, mükemmel biliyor” derler. Öyle bir şey yoktur. İnsanın bildiği bir dil vardır; çünkü rüyalarını gördüğü o dildir sadece… O halde sorunuzun özet cevabı; dilsiz yaşayamıyoruz! Hava, su, dil üçlüsü…
Dilin sınırlarını dünyasının sınırları olarak ifade eden Wittgenstein ile Gadamer felsefeyi biraz da dil üzerinden kurmak girişiminde gibi… Bu noktada dil ve felsefe ilişkisi bakımından siz ne düşünürsünüz?
Biraz önce söyledim, dili şu veya bu meslekle sınırlayamayız. Araba tamircisiyim, ayakkabı boyacısıyım… Ne bileyim, ne iş görürsem göreyim dille yapıyorum. Kafamdan bu ayakkabıya şu renk gitmez bu renk gider diye geçiriyorum; bu ayakkabının rengine göre fırçamı ayarlayayım falan… Çok belli belirsiz bir şekilde de olsa hep dille yürütüyorum; çünkü düşünmeden edemiyoruz ve düşünme de dille oluyor. Çoğu kere dili kullandığımızın farkında değiliz ama bu kendiliğinden akıyor, çok uç noktalarda dilin bilincine varıyoruz. İşte meselâ İslam’da sarhoşluk yasağının asıl sebebi bu… Çünkü sarhoş olduğunuzda dili bilinçlice kullanamıyorsunuz, karar veremiyorsunuz. “Ben burada ibadet ediyorum, bu ibadetimin manası şudur” diyemiyorsunuz ama yine dili farkında olmadan kullanıyorsunuz. Zaten dili, dini farkında olmadan kullandığınızda, bilincini taşıyamadığınızda doğru düşünemiyorsunuz demektir.
Sormadınız ama buradan bağlantılı bir yere geçeceğim: Felsefileşmiş medeniyet toplumları dillerine olağanüstü derecede bakım gösterirler. Çünkü süreklice o dilin bilincini yaşamak durumundadırlar. Bu gibi dillerde dil bilgisi dediğimiz olay ortaya çıkar. Hepimiz -ana- dilimizi öğrendiğimizde dil bilgisini doğal olarak ediniyoruz, yani dil bilgisini ayrıca öğrenmeye hacet yok. Ama dilin bilincini taşımak amacıyla bize okullarda dil bilgisi öğretilir, kitaplar yazılır. Bazı büyük medeniyet dilleri özellikle dil bilgisine çok vurgu yaparlar. Arapça da böyledir, Yunanca da, Latince de, Fransızca da... Bizim en zayıf tarafımız Türkçeyi saymamamızdır. Bu da bizim düşünme kabiliyetimizin ne kadar eksik olduğunu gösteriyor. Çünkü düşüncelerin belirginliğini ortaya koymak için dile ağırlık vermeniz gerekir. Bu durumu -felsefileşmiş toplumlara ilâveten- bir de büyük dinleri taşıyan dillerde görüyoruz. Öteden beri İbranice, Arapça, Yunanca işlenmişlerdir. Yine büyük ihtimalle -yabancısı olduğum için fazla bir şey söyleyemiyorum ama-Sanskritçe, Çince de aynı şekilde… Bu diller çok işlenmişlerdir çünkü din taşıyıcısıdırlar. Dini anlamak babında o dile hâkim olmak mecburiyetindesiniz.
Peki, hocam dile bakım gösterilmesinden kasıt sadece dil bilgisinin öğrenilmesi midir, bunun ötesinde bir başka durum da var mıdır?
Düzgün düşünmek, doğru düşünmek kısacası mantıklı düşünmek için dil bilgisini bilmeniz lazım. Çünkü mantık iki büyük dala ayrılır: matematik ve dil bilgisi… Dil bilgisine vâkıf değil isek dilimizi düzgün kullanamıyoruz. Bunu iyi bildiğinizde dil hataları çok batmaya başlar. Türkçede bu hatalardan süreklice rahatsız olurum. Türkçenin kuralları bizi saran dillerden çok farklıdır. Hint-Avrupa dilleriyle Sami dillerinden çok farklıdır. Biz onların son derece etkisinde kaldığımızdan Türkçeyi onların açısından yargılıyoruz. Türkçede edatlar bağlaçlar neredeyse yok, çok ender karşılaştığımız bir olaydır. Çünkü Türkçede sözler arasındaki bağlantıları eklerle kuruyoruz. Bilmediğimizden ikisini birden kullanıyoruz: “Yarın belki gelebilirim”… Büyük bir saçmalıktır. Belki diye kullanıyorsan takıyı kullanmana lüzum yok. “Belki yarın gelirim” dersin. “Yarın gelebilirim” diyorsan ‘belki’ye lüzum yok. İşte bunun gibi yığınla hata var; hata ile birlikte dilin güzelliği de kaybolmaktadır. O bakımdan bu kuralları düşündüğünüzde rahatınız kaçıyor ve felsefe de zaten rahatı kaçırma sanatıdır. Kurucularından Sokrates’in sözüyle belirtirsek bir at sineğine benzer; sizi sürekli rahatsız eder.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin Dil sayısında...