Düşünce Dergisi Hür Tefekkürün Bozkırıdır
“Dergi, hür tefekkürün kalesidir” der Cemil Meriç. Düşünce Dergisi ise, hür tefekkürün bozkırıdır, kalesi değil. Zira tefekkür/düşünce bir kaleye sahipse, belki de hapsolduğunun farkında olmayan bir şaşkınlık nöbetinden öte bir şey değildir. Tam da bu sebepten, ülke içinde düşünce ismini öyle veya böyle kullanan dergiler “liberal”, “muhafazakâr” gibi öntakılarla düşünce’ye birer kale ve/ya hapishane inşa etmektedirler. Düşünce Dergisi, ismini hür tefekkürün kalesi olmamak kaygısına borçludur.
Kültür Ocağı Vakfı’nın yayın macerası on yılı aşan bir tarihe sahiptir. KOCAV Bülten ile başlayan ilk heyecan ve heves, bülteni müstakil bir dergi doğurmaya zorlayan “Genç Kalemler”in neden olduğu sancılarla Rengâhenk Dergisi’nin doğuşuyla kanatlanabilecek yepyeni ve renkli bir mecra daha bulmuştu. Öte yandan Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi gibi alanında ülkenin en iyisi olmanın ötesinde uluslar arası standartlarda sıkılmadan el içine çıkarabileceğimiz bir dergiye de sahipti. Ancak bu üç dergi de yapılarından kaynaklanan nedenlerden ötürü, hür tefekkürün destursuz at koşturacağı bir bozkıra sahip değildi. Üstelik kendi kavramlarıyla konuşmak, kendi yakıcı meselelerini tartışmak ve kendi gündemini belirlemek ihtiyacı başka bir derginin varlığını gerektirmekteydi. Düşünce Dergisi’nin yayın hayatına başlaması bu ihtiyaçlara cevap verebilmek kaygısının bir sonucudur.
KOCAV, daima üstatların, hocaların genç dimağlarla buluştuğu ve elbirliği ile ilmek ilmek düşünce’yi işlediği bir ocak olmuştur. Bu özgünlüğü kurulan yeni dergide de muhafaza etmek, Düşünce Dergisi’nin yazarlarına, hocalarının yazılarının yanında kendi kelimelerini telaffuz edebilmek ayrıcalığını da vermektedir. Bu nedenle Düşünce Dergisi, öğrenen, yeniden öğrenen ve okurunun yazdığı bir dergi hüviyetindedir.
Düşünce, zanaatkarına bağlı bir şeydir. Zira Descartes’ı düşünce’den varlık’a ulaştıran analitik yargı da bu gerçeği çok veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Mütefekkir, düşünür, münevver, aydın, entelektüel… “Türk Milleti'ne ve O'nun değerlerine yabancı olmayan, aksine milletiyle ve değerleriyle bütünleşmiş, vatansever, üzerinde yaşadığımız vatanın bütünlüğünü tartışılmaz değer olarak kabul eden, ezberci olmayan, araştırıcı ve sorgulayıcı kafaya sahip, ilim adamlarının, münevverlerin yetişmesine katkıda bulunmak maksadıyla kurulmuş” bir yapının, üstelik ismi Düşünce olan dergisinin ilk sayısını entelektüellere ayırması gayet tabiidir.
Zira entelektüeller üzerine Türkiye’de yazılıp çizilenler, güzelleme ve küçümseme kutupları arasında gidip gelir. Kimileri entelektüeli bütün “aydın”lık ve güzel günlerin müjdecisi olarak selamlarken, kimileri onu tüm kötülüklerin müsebbibi olarak lanetler. Oysaki en çok ihtiyacımız olan, tüm sempatimize yahut kinimize rağmen entelektüele dair soğukkanlı tespitler yapabilmek ve geçmişe ve geleceğe daha selim bir akılla bakabilmektir. Bunun yolu da şüphesiz dünü ve bugünü ile entelektüeli teşrih masasına yatırmak, hatasıyla sevabıyla ve tüm renkleriyle ortaya çıkan tabloyu gözler önüne sermektir. Bu minvalde Düşünce Dergisi’nin bu ilk sayısında, entelektüelin ortaya çıkışı ve tarihî serüvenine dair çeşitli görüşler ortaya konacak ve bugünün kurumlara ve piyasaya bağımlı entelektüelinin nasıl bir vaziyette olduğu tartışması irdelenmeye çalışılmaktadır.
Entelektüeli Anlamak
Latince “intellectus” (anlayış) kelimesinden Batı dillerine geçen “entelektüel” kelimesinin İngilizcedeki geçmişi 14. asrın ikinci yarısına dek uzanır. Raymond Williams Anahtar Sözcükler isimli kitabında entelektüel, entelektüalizm ve entelijansiya gibi kelimelerin 20. yüzyılın ortalarına kadar İngilizcede genelde olumsuz çağrışımlara sahip olduğunu ve bu durumun kısmen hala söz konusu olabileceğini ifade etmektedir1. Kolektif bir isim olarak “entelektüeller” kelimesinin kökeni ise görece yakın bir tarihe dayanmaktadır. Bilhassa Durkheim, Zola gibi Fransız entelektüellerinin aktif bir biçimde bir araya gelip ortak tepki koydukları bir siyasî vaka olan Dreyfus davası, entelektüellerin kolektif bir bilinç kazandığı ve ismin kamuoyunda telaffuz edilmeye başlandığı dönem olarak not edilmektedir. Bilim adamları, siyasetçiler, yazarlar, sanatçılar, felsefeciler, hukukçular, mimarlar, üst düzey mühendisler gibi bir araya gelip ortak bir bilinç oluşturmaları ve aktif siyasî tavır koymaları mümkün olmayan kişileri bir araya getiren kategori entelektüeller kelimesi ile mümkün kılınmıştı2. Ancak, “entelektüeller” adı altında kategorileştirilen zümrenin ancak tasvirî bir kategori olarak düşünüldüğüne dikkat çeken Zygmunt Bauman, nesnel bir sınıra sahip olmayan ve fakat “içinde seferber edilecek gönüllülerin bulunacağı bir gruba işaret ed[en]” bu zümrenin belli kaygılar etrafında bir araya gelerek kendi kendini tanımlayacağı varsayımının söz konusu olduğunu aktarmaktadır. Bauman’a göre entelektüelin çok sayıda ve çeşitli tanımları olmakla birlikte bu tanımların ortak özelliği “tanımlanmaya çalıştıkları nadide türün üyeleri[nce]” tanımlanıyor oluşlarıydı3. Elbetteki bu tanımlamayı yapan aslında kendi kişiliğini ve kişiliğinin sınırlarını belirleme işini üstlendiğinden ötürü tanım ve tasvir işi masumane bir çabanın çok ötesindeydi. Bizde münevver, aydın, entelektüel gibi farklı ideolojik, sosyo-politik ve bilimsel tercihlerden kaynaklanan kelime kullanımlarıyla karşılanan bu zümrenin geçmişi, münevver kelimesinin tedavüle girdiği 19. yüzyıla dayanmaktadır. Öncesinde âlim ve edîb dediğimiz zevat, gerek toplumsal konum ve işlev gerekse de kelimelerin yüklü olduğu çağrışım nedeniyle bambaşka bir dünyaya gönderme yapmaktadır. Elbette ki âlim ve edîb’den aydın/münevver’e geçiş de çok önemli soruları ve muhtemel cevapları beraberinde getirecek ilginç bir tartışma konusudur, ancak biz bu yazıda Batıda ortaya çıktığı ve bizde ikame edildiği şekliyle “intellect/anlayış” sahibi zümreyi ve serüvenini ele almayı daha uygun bulduk.
Batıda entelektüel ve üniversite, ortaçağın içinde doğmuş kurumlardır. Jacques Le Goff, Ortaçağda Entelektüeller kitabında bilgin, doktrin sahibi, okumuş adam gibi kimselerden belirgin bir biçimde ayrılan ve sınırları belirli bir ortamda, okullarda görevini ifa eden bir zümre (état) olarak entelektüellerden bahseder. Yerini klerklerin alacağı bu zümre 12. yüzyılda kent okullarında ortaya çıkmış ve 13. yüzyılda da üniversitelere yerleşmişti4. XII. yüzyılın kent entelektüeli kendini tıpkı diğer kentliler gibi, bir zanaatkâr, bir meslek erbabı olarak hissetmekteydi5. Elbette bu durumda her meslek erbabı gibi kendi meslek birliğini kurumsallaştıran bir loncanın da mensubuydu. Bugün entelektüel kesim arasında kurumsal anlamda –en azından Türkiye ölçeğinde düşünüldüğünde ve Sosyologlar Derneği vb. uzmanlaşmanın etkisinin göze çarptığı yapıları hariç tutarsak- bulunmayan bu meslekî birlik, entelektüellerin “meslekî” bilinçlerinin hem birer sonucudur hem de bu bilincin pekişmesi ve yeniden üretilmesinde önemli bir toplumsal işlev üstlenmektedir. Lonca mensubu entelektüel sahip olduğu bilginin yani zanaatının mahsulünün tedavüle girmesinin gerektiği inancıyla okulları birer atölyeye dönüştürmüşlerdir.
Bilindiği üzere Ortaçağ sırasında Avrupa özelinde öğretim, esasında Kilise ve buna bağlı manastırların sorumluluğu ve ayrıcalığındadır. Bu nedenle üniversite hocaları da bu dönemde ruhban sınıfının birer üyesidirler. Mıntıkasındaki tüm üniversitelerin başı konumundaki piskopos, yetkilerini scolasticus adı verilen bir memura devretmişti. Teşkilatlı kurum kültürü Kilise dışına pek taşmayan Avrupa’da bürokratikleşmenin bu pre-modern örneğinde scolasticus, yetkisini paylaşmaya ve öğretimdeki tekelin üniversite ve entelektüel loncalarınca delinmesine razı değildir6. Bizzat Kilise’ye idari ve ekonomik anlamda idareye bağlı manastır hocası ve scolasticus aksine seküler üniversite hocaları, bugünkü harç-maaş dolaylı döngüsünün bir benzeri mekanizma ile geçimlerini sağlamaktaydılar. Eserini ve ürününü pazara sunan zanaatkar gibi, entelektüeller/hocalar bilgilerini pazara sunmakta ve bu sayede dinî ve dünyevî otoriteler karşısında müstakil birer unsur olarak kalabilme lüksüne sahip olmaktaydılar. Collecta adı verilen bu ücret hocanın çalışmalarının ve zahmetlerinin karşılığı mütevazi bir hediye olarak görülmekte ve gerek halk arasında gerekse de resmî kurumlarca meşru addedilmekteydi. Bu meşruiyet tanınmasına örnek olarak Le Goff, Padova’daki hukuk doktorları için 1382’de ilan edilen bir tamimde emekçinin çalışmasının karşılığı olarak bir gelir elde etmemesinin akla uygun olmadığı ve dolayısıyla “Böylece bir öğrencinin kabulü için kolej adına cevap vaazı verecek olan doktorun, öğrenciden çalışmasının bedeli olarak üç libre kumaş ve dört şişe şarap veya bir duka kabul edeceğini[n]” hükme bağlandığını aktarmaktadır7. Hatta Le Goff bu durumun daha da ileri götürüldüğünü ve “esas temel eğitimi –sanatlar fakültesinin verdiği eğitimi- almamış, maddi geçim sorunu olmayan, grev hakkının hiçbir şey ifade etmediği entelektüel[in]” hakiki anlamda entelektüel addedilmediğini ifade etmektedir. Zira verdikleri derslerle geçinmeyen bu zevat, o günkü kıstaslara göre bilim emekçisi değildi8. Ancak idarî ve ekonomik bağımsızlığını ilan eden ve bu bağımsızlığı pazara inerek kazanan entelektüeller için bir başka açmaz baş göstermiştir: iktisadî ve siyasî ihtiras.
Entelektüellerin siyasî ihtiraslarla kuşatılmış halde olduğuna dikkat çeken Julien Benda ise “bir vatandaşın ruhuna sahip olmaya ve bu ruhtan sonuna kadar yararlanmaya kararlı” entelektüellerin kendinden öncekiler gibi sıradan ihtiraslara kayıtsız kalamadıklarını belirtmektedir9. Bir taraftan sahip olduğu bilgi ile salt siyasî ihtirasların yani iktidarın peşinde koşan entelektüel zümre, öte yandan bilginin iktidarını da ayrıcalıklı ve seçkinci bir yapıya büründürmeyi başarmıştı. Amerikalı sosyolog Alvin Gouldner, The Future of Intellectuals and the Rise of the New Class isimli eserinde, entelektüellerin ister yayıncı, yazar, askeri strateji uzmanı ister uluslararası hukukçu olsun artık uzmanlaşmış ve ancak aynı alanın diğer üyeleri tarafından kullanılabilen bir dili konuştuklarına dikkat çekmektedir. Gouldner’a göre sıradan halk kitlelerinin anlayamadığı bu jargon, entelektüellerin iktidarını pekiştiren ve bu iktidarın nimetlerini sınırlı ve ayrıcalıklı bir kesimin tekeline veren önemli bir araç işlevi görmektedir. Öte yandan Gouldner, entelektüellerin uzun zaman önce yeni bir sınıf haline geldiğinden ve eski kapitalist, mülk sahibi sınıfların yerini bu entelektüel zümreye mensup yönetici elitlerin aldığından bahsetmektedir10. Öyle ki, 16 Nisan 2001 tarihli The Times, Oxford’da otuzu aşkın öğretim üyesinin artık birer multimilyoner olduğu, üniversitenin akademisyenlerin düşünceleri üzerinden kâr etme amacıyla kurulan otuz ikiyi aşkın şirkette hisse sahibi olduğu ve bu şirketlerin toplam değerinin de 2 milyar sterlini bulduğu haberini okuyucuya vermekteydi11. Entelektüellerin pazarı ele geçirmesi ve bilginin gücünü iktidara ve iktisadî kazanca çevirmesi bir taraftan da pazar tarafından ele geçirilme ve iktidarın/gücün emrine girme olarak, tıpkı çift taraflı bir bıçak gibi bu zanaatkar zümrenin yaşadığı tarihsel değişim/dönüşümün derinliğini ortaya koymaktadır. Bauman’ın bir kitabına ismini de veren entelektüel çalışmaya ilişkin tipik modern stratejiyi ortaya koyan “yasa koyucu” konumdan tipik post-modern stratejiyi ortaya koyan “yorumcu” konuma yaşanan dönüşüm entelektüellerin toplum içindeki sorumluluk/beklenti/statü/itibar mevziinde de bir dönüşüme neden olmuştur12. Entelektüellerin yaşadığı krizin modern ve post-modern stratejilere geçişte yaşanan intibak sorunundan kaynaklandığına dikkat çeken Bauman, entelektüellerin yerine getirmeye (kendilerini) alıştırıldıkları rolü oynamayı her deneyişlerinde karşılaştıkları güçlüklerden bahisle çağdaş dünyanın, yasa koyucular olarak entelektüeller için uygun bir yer olmadığını ifade etmektedir13. Zira tüketim kültürü ile uyum sağlamış bir pazarda tek bir iktidar merkezi yoktur ve bu pazarda mezata çıkarak belli bir merkez yaratma hevesine kapılan herhangi bir kişi yahut zümre, “rekabet” ilkelerini çiğnemeye çalışmak gibi “affolunmaz” bir suçun faili olarak sembolik düzlemde cezalandırılmaktadır.
Geleneksel yahut Bauman’ın kavramsallaştırmasını işe koşarsak “yasa koyucu” entelektüelin düşüşü, pazarın entelektüel üzerindeki etkisi, entelektüel faaliyetlerin kurumsallaşması, kitle iletişim araçlarının ortaya çıkıp dimağları şekillendirici en önemli güç haline gelmesi gibi temel ve yapısal bazı değişimlerin neticesi olarak görülebilir. Entelektüellerin konumundaki dönüşümün amillerinden bu yapısal değişimlerin yanında bir başka önemli olgu da akademide yaşanan değişimlerdir. Nereye Gitti Bu Entelektüeller? isimli kitabında Frank Furedi, özellikle akademide baş gösteren kariyerizm hastalığının “entelektüel yaşamın hayatiyetini sürdürmesine ciddi darbeler vur[duğunu]” ifade etmektedir14. Furedi’ye göre entelektüel faaliyetler bir kere kurumsallaşıp profesyonel hale geldi mi bağımsızlığını ve daha da önemlisi topluma sorular sorma ve sorgulama gücünü kaybetmekte ve birtakım teknokratik işlevleri yüklenmektedir15.Üniversitelerin bilhassa siyasî bakımdan bu derece önemli bölgeler haline gelmelerine dikkat çeken Michel Foucault da, geleneksel “yasa koyucu” yahut kendi kavramsallaştırması ile “evrensel” entelektüelin karşısında konumlandırdığı II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve “spesifik sektörlerde, kendi yaşam ya da çalışma koşullarının onları konumlandırdığı noktalarda (konut, hastane, tımarhane, laboratuar, üniversite, aile ve cinsel ilişkiler) çalışmaya alış[mış]” bir entelektüel tipin belki de “ilk defa olarak, ortaya koyduğu genel söylemi nedeniyle değil; kendi denetiminde tuttuğu bilgi sayesinde siyasi iktidarların kendi peşine düştüğünü gördü[ğünü]” ifade etmektedir16. Gerçekten de özellikle ABD’de gözlendiği üzere bilgi, ulusal güvenlik için hayati bir silah addedilmekte ve baş aşağı konumdaki entelektüel itibarı belki de tarihin hiçbir devrinde görülmeyen ölçüde bir patronaj ile siyasî ve askerî stratejileri için kullanıma almıştır. Üstelik devletin bu patronajına Carnegie, Rockefeller, JP Morgan gibi büyük tröstlerin de vakıflar, araştırma merkezleri ve üniversitelere aktarılan fonlar yoluyla katılmasıyla bilgi, gerçek anlamda dolarla yarışacak denli tedavülde kıymetli bir meta haline gelmiştir. Talcott Parsons, Gerald M. Platt ile birlikte kaleme aldığı The American University kitabında akademi hayatında yaşanan dönüşümün üniversiteye zarar verecek ölçüde bürokratikleşmenin önünü açtığına dikkat çekmektedir17. Bir taraftan siyasî ve kapitalist patronaj, öte yandan entelektüelin illa ki bir kuruma ve hemen hemen tamamiyle üniversiteye bağlı bir profesyonel haline gelmesi, akademide piyasa şartlarının zorlamasıyla yaşanan dönüşümler özellikle 20. yüzyılın ilk yarısının entelektüel üzerindeki yapısal etkiler/baskılar olarak sıralanabilir.
20. yüzyılın ikinci yarısında entelektüelleri pazar odaklı taktikler geliştirmeye iten diğer etkenler ise bugün üniversitelerde Bologna süreci olarak adapte olmaya çalıştığımız öğrenci merkezli eğitim sistemi ve “publish or perish/yayın yap ya da yok ol” mottosu ile özetlenen akademik yayın baskısıydı. Öğrencileri pohpohlamanın bir kurumsal kural haline geldiğinin altını çizen Furedi, karmaşık düşüncelerce yorulmayan, önüne hazır paketlerle çıkılan öğrencilerin entelektüel ufkunun, “bilginin asimilasyonuyla ve bir takım becerilerin kazanılmasıyla sınırlı” olduğunu ifade etmekte ve öğretmen gibi davranmaları neredeyse imkânsız hale getirilen akademisyenlerin “‘öğrenci-odaklı’ kampüslerin yeni öğrenicileri” olduklarına dikkat çekmektedir18. Öte yandan özellikle üniversite yayınevlerinin de “piyasa koşullarına” uyum sağlayıp kâr merkezleri olma arayışına düştükleri de yadsınamayan bir olgudur. Fakat bu olgu öte yandan olağanüstü bir biçimde artan yayınları ve o oranda düşen niteliği de hesaba katınca yayın anlamında anlaşılmaz bir karşı kuvvetler cümbüşüne yol açmaktadır. Bu yayın bolluğunun ve yayın-atıf-puan zincirinin sonunda akademik unvanı yükselen entelektüelleri “lümpen-profesörya”19 olarak isimlendiren Waters, akademik yayın kriterleri ve hakemlik müessesi ile nevzuhur bir oto-sansür mekanizmasının işe koşulduğunu “Kitap Sansüründen Akademik Hakemliğe” isimli makalesinde ifade eden Biagioli’ye de gönderme yapmaktadır. Benzer oto-sansür vurgusunu akademi dünyasında geçer akçe kabul edilen yayın ve yazım kriterlerini ve akademik jargonu çözümlediği Academic Discourse kitabında20 ortaya koyan Pierre Bourdieu, akademi alanını, iki antagonistik hiyerarşi ilkesi, miras alınan sermayeye ve hâlihazırda sahip olunan ekonomik ve siyasal sermayeye karşılık gelen “toplumsal hiyerarşi” ve bunun tam aksinde de, bilimsel otorite ve entelektüel bilinirlik sermayesine karşılık gelen “kültürel hiyerarşi” etrafında örgütlenmiş bir yapı olarak ortaya koymaktadır21. Öyle ki çeşitli sermaye birikimlerinin ve buna bağlı eşitsizliklerin bir şekilde yeniden üretilme ve kalıplaşma alanları olarak ortaya çıkan akademi, eskinin “bağımsızlık” iddiasındaki entelektüelini üstelik pazar odaklı bir çalışma motivasyonu ile hepten bağımlı kılmaktadır. Dolayısıyla bugün için kısa ve orta vadede entelektüel namusu kurtarmanın yolu akademide yapılacak yapısal değişikliklerden geçmektedir. Belki de müstakil bir akademi/üniversite sayısında bu muhtemel yapısal değişiklikleri incelemek üzere, şimdilik sözü Düşünce’ye bırakıyorum.
1 Raymond Williams, Keywords, Gözden Geçirilmiş Yeni Baskı, Oxford University Press, New York 1983, s. 170.
2 Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ve Yorumcular, Çev. Kemal Atakay, 3. Bs., Metis Yayınları, İstanbul 2012, s. 30.
3 Bauman, a.g.e., s. 7.
4 Jacques Le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 2. Bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2006, s. 18.
5 Le Goff, a.g.e., s. 89.
6 Le Goff, a.g.e., s. 97.
7 Le Goff, a.g.e., s. 132-133.
8 Le Goff, a.g.e., s. 138.
9 Julien Benda, Aydınların İhaneti, Çev. Cem Soydemir, 2. Bs., Doğu Batı Yayınları, Ankara 2011, s. 40 ve s. 127.
10 Aktaran Edward Said, Entelektüel, Çev. Tuncay Birkan, 4. Bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s. 26.
11 Aktaran Gillian R. Evans, Akademisyenler ve Gerçek Dünya, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2007, s. 9.
12 Bauman, a.g.e., s. 11.
13 Bauman, a.g.e., s. 147.
14 Frank Furedi, Nereye Gitti Bu Entelektüeller, Çev. A. Erkan Koca, 2. Bs., Birleşik Yayınevi, Ankara 2010. S. 58-59.
15 Furedi, a.g.e., s. 61.
16 Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden-Osman Akınhay-Ferda Keskin, 3. Bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s. 46-47.
17 Talcott Parsons-Gerald M. Platt, The American University, Harvard University Press, Cambridge 1973.
18 Furedi, a.g.e., s. 156.
19 Waters, a.g.e., s. 18.
20 Pierre Bourdieu, Jean-Claude Passeron & Monique de Saint Martin, Academic Discourse, İngilizce’ye Çev. Richard Teese, Polity Press, Cambridge 1996.
21 Pierre Bourdieu, Homo Academicus, İngilizce’ye Çev. Peter Collier, Polity Press, Cambridge 1990, s. 48-49.