Türkiye’nin Batı dünyasıyla süregelen uzun ve sancılı ilişkileri ve yaşadığı demokratikleşme süreci boyunca en önemli sorun alanlarından birisi de din ve vicdan hürriyeti olmuştur. Ülkemizde din ve devlet ilişkileri din özgürlüğü temeline oturtulmaktan ziyade daha çok devletin din üzerinde kayda değer düzeyde vesayet gücünün olduğu bir hâkimiyet alanı olarak tasarlanmıştır. Devletin din üzerinde fazlasıyla belirleyici olduğu bir tarihsel mirası sorunlu Batılılaşma süreciyle de perçinleyen Osmanlı-Türk modernleşmesi, Cumhuriyetin kurucu babalarının inşa ettikleri laikçi/dışlayıcı laiklik uygulamalarıyla öne çıkmıştır. Ancak bu dışlayıcı/baskıcı laiklik politikalarının tarihsel kökenleri bulunmaktadır.Osmanlı Türk modernleşmesi sürecinin en hızlı dönemi olan on dokuzuncu asır esas itibariyle bir Batılılaşma ve Batıcılaşma süreci olarak da tecrübe edilmiştir. Bu asır bir yanda Mustafa Reşit Paşa, Fuat Paşa ve Âli Paşa gibi devletin ve toplumun Batılı yasalarla şekillendirilmesini ve buna uygun kodifikasyonların yapılmasını savunanlarla diğer yanda Ahmet Cevdet Paşa gibi Hanefi fıkhının muhtevası ile Batılı yasaların formunu Mecelle adı altında sentezleme çabası içinde olan aydınların çatışmasına sahne olmuştur. Neticede Sadullah Paşa’nın “On Dokuzuncu Asır Manzumesi”nde methiyelerle karşıladığı Batılı/Batıcı fikirlerin büyük ölçüde benimsendiği bir süreç yaşanmıştır. Mecelle Komisyonu etrafında yaşanan büyük mücadele bu kopuşa giden yoldaki en önemli duraklardan biridir (Ortaylı, 1983; Tanpınar, 1988).
Hukuk alanında yaşanan bu mücadelenin yanı sıra ikinci büyük dönüşüm de eğitim alanında gerçekleşmiştir. Maarifin Batılılaştırılmasını sağlayan yeni mektepler ve buralarda oluşan bu pozitivist söylemin çapraşık sonuçlar vermesinin en önemli sebebi Türkiye’de bilim ile pozitivizmin özdeş olarak kabul edilmiş olmasıdır. Bu da, dini düşüncenin pozitivist bilim anlayışıyla çelişen tüm boyutlarının reddedilmesi, bilim dışı sayılması sonucunu doğurmuştur. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş sürecinde ise pozitivist etkinin Türkiye’deki derinliğinde herhangi bir azalma olmamış, bu etki genç Cumhuriyetin resmi ideolojisi olarak bile ifade edilecek bir yoğunluğa ulaşmıştır (Timur, 1994). Meşhur sözünde Abdullah Cevdet “bir ikinci medeniyet yoktur, medeniyet Avrupa medeniyetidir” derken bu manevi iklimin, pozitivist paradigmanın tesiri altında dine karşı da son derece olumsuz bir bakış açısına sahip olacaktır. Bu aydınların din karşısında aldıkları bu negatif tavrın ardında hiç kuşkusuz eski düzenin büyük ölçüde dinden beslenen bir zemine sahip olması etkili olmuştur. Bu ideolojinin Osmanlı modernleşmesindeki kilit konumu Türkiye’de laikleşmeye geçişi tüm gösteriş ve azameti ile Batı modernliğinin başarısının dini toplumsal hayattan silme çabasına bağlanmış ve bu anlamda da daha çok Fransız deneyiminin model alınması söz konusu olmuştur. Bu anlamda dinsel düşünceyi toplumsal evrimin geri bir aşamasına mahkûm etmiş olan evrimci pozitivist sosyolojik düşünce Türkiye’de de kimi aydınlara içine düşülen sorun ve açmazlardan kurtulmak için hazır bir çözüm sunar gibi görünmüştür. Böyle olunca da nasıl ki Batı’da gelişmenin önünü tıkayan temel etmen olarak din görülmüş ise bizde de benzer bir gelişme çizgisinin olması gerektiği hipotezinden hareketle bu süreçlere yol verilmiştir (Şan, 2008: 87; Sezer, 1985:125).
* Bu yazı “Baskıcı Bir Laiklik Modeli Olarak Türk Laikliğinin Anatomisi” (Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt: 7, Sayı:2, Yıl 2012) başlıklı yazıdan faydalanılarak hazırlanmıştır.
Yazının devamı Düşünce Dergisi'nin Erol Güngör sayısında...