“Dünün, bugün ve geleceğin meselesi: türkçenin devleşme veya yok olma kavgası”
Hocam, Düşünce Dergisi’nin “Ayıran ve Birleştiren Yönleriyle Dil” dosya konulu sayısı üzerine fikirlerinize başvurmak istedik. Dil, yaşayan bir organizma olması dolayısıyla güncelliğini hiç kaybetmeyen, hayatın her alanını kapsayan, hem gündelik hayata hem tefekkür sathına doğrudan temas eden bir mekanizma. Dil konusunu sayısız zaviyeden ele almak mümkün. Belki de dil konusunun bu kadar çeşitli yönlerinin oluşu, zaman içinde dilin araçsallaşmasına da neden olmuştur. Siyasi bir söylem olarak da ele alınmış, ideolojik yaklaşımların da kurbanı olmuştur dil. Dili nasıl değerlendirmeliyiz ve niçin önemli görmeliyiz?
Öncelikle, kültürün en esaslı unsuru olan “dil” meselesinin basit bir ideolojik tartışma mevzuuna dönüştürülmesi kadar, bugünlerde bu konuya eğilen insan sayısının azalmasının da son derece üzücü olduğunu söyleyerek söze başlamak isterim. Cemil Meriç’in her zaman tekrar ettiğim bir sözü var, öğrencilerim bilir. Meriç, ideolojiler ve –izmleri, “idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri” olarak adlandırır. Gerçekten, siyasi kampların gözlüğüyle bakıldığında, bazen ülkenin en hayati konuları günlük tartışmalar içinde kaybolur gider. Çoğu defa da, insanlar gerçekleri söylemekle taraf olacaklarını düşündüklerinden “bencil” bir zavallılıkla susmayı tercih ederler.
Dillerin zenginliği, dayandıkları medeniyet ve coğrafyanın gücünden, çeşitlilikten ve ihtiyaçtan kaynaklanır. Dil, kültürün taşıyıcısı ve mensup olduğu medeniyetin en esaslı bileşenlerindendir. Aynı zamanda dil, Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, düşünce dünyamın sınırlarıdır” vecizesiyle ifade edildiği gibi, kullandığımız dilin kelime hazinesi ile düşünce dünyamızın sınırları ve daha doğrusu düşünceyi dış dünyaya çıkarabilme, yani ifade edebilme kabiliyetimiz arasında doğrudan bir ilişki vardır. Şairin dediği “kelimelerin kifayetsiz” kaldığı nokta, kullanılan dilin iç dünyamızın geniş hissiyatını, dışa aktarmada yetersiz kaldığı noktadır. Bu yetersizliğin farklı sebepleri vardır ve dilin yüzyıllar içinde artık halk diline yerleşmiş olan kadim kelimelerinin atılması bu sebeplerden belki de en önemlisidir. Bu konuda bende bir hassasiyet oluşmasına ilk defa kendisi de bir akademisyen olan ağabeyimin vesile olduğunu söylemek isterim. Uydurma kelimeleri çocukluğumuzda bile kullanmamıza izin vermezdi. Bunun, sonraki yıllarda dil zenginliği kazanmamız bakımından ve diğer Türk lehçelerini öğrenmem sırasında büyük katkısını gördüm. Fakat akademisyen olarak özellikle doktoraya kadarki aşamalarda bu uydurma kelimeleri kerhen kullanmak zorunda kaldık tabii ki.
Bu açıdan baktığımızda karşılaştığımız meselelerin başında, hassaten Türkçe özelinde, sadeleştirme çalışmaları, dünya Türklerini birleştirme iddiası, Osmanlı Türkçesine dönme teklifleri ve daha birçok söylem dönem dönem yeniden canlandırılarak ülke gündemine sokuluyor. Ama dil konusunun gündelik siyaset malzemesi olmasından çok daha öte, çok daha hayati bir önemi haiz olduğunun bilincindeyiz. Dil konusundaki özel hassasiyetiniz, yaptığınız çalışmalar ve birçok dili biliyor olmanızdan hareketle kafa karışıklıklarımızı gidermek adına size sorularımızı sormak isteriz.
Öncelikle tarih sahnesine dönem dönem bir ideoloji olarak sürülen ortak Türkçe konusunu ele almak isteriz. Dünyada çok geniş coğrafyalara dağılmış Türklerin, yüzlerce yıllık farklılaşma süreçleri yaşanmış olmasına rağmen ortak bir Türkçe çatısı altında toplanabilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkçe, Asya’dan Anadolu’ya taşınırken steplerde yaşayan insanın daha az kelimeye ihtiyaç duyan günlük dağarcığı dışına taşıp, farklı kültürlerle karşılaştıkça yeni temas sahalarıyla gelişerek, zenginleşerek büyümüştür. Tabii ki, hayvancılık, avcılık, tarım, halıcılık ve coğrafi terimler bakımından zengin olan göçebenin günlük lügati, yerleşik şehir dilinden farklı olacaktır.
Türkçe, yerleşik düzene geçiş, tarım, denizcilik, sanat, astronomi, teknik ve dini terimler gibi alanların kazandırdığı yeni kelimelerle yüzlerce yıl içerisinde zenginleşmiş ve güçlenmiş bir dildir. Kanaatimce, akıcılık, yeterlilik, kelime hazinesinin zenginliği ve dil ahengi bakımından 19. asırda zirve noktasını yakalamıştır. Bir şehir, ticaret, tasavvuf dili olarak zirveye ulaşan 19. asır İstanbul Türkçesi, göçebe dili olarak daha az gelişmiş olan Türk lehçeleri ile (Kazak, Kırgız, Nogay Türkçeleri vb.) kelime hazinesi bakımından karşılaştırılamayacak kadar zengindir.
Güzel Türkçe numuneleri (örnekleri) olarak Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Arif Nihat Asya, Erol Güngör ve hatta daha yeni dönemlerden Atilla İlhan’ın dil ve üslup güzelliği, gerçekten kayda değer. Onların kullandığı dil, Anadolu, Güney Kafkasya, İran Türkleri veya Türk coğrafyasının özellikle güney kesimi için gayet açık ve anlaşılması ya da öğrenilmesi oldukça kolay bir dildir. Daha açık bir ifadeyle onlar, Makedonya, Bulgaristan, Azerbaycan, İran, Irak, Türkmenistan, Kuzey Afganistan Türklerinin, Özbek ve Uygur Türklerinin karşılıklı anlaşmalarını mümkün kılan bir kelime dağarcığını geçmişten tevarüsle farkında olmayarak bize aktarmışlardır. Bunun bir adım ötesinde bu işi şuurlu (bilinçli) olarak yapan dev isim, kendisini her fırsatta rahmetle andığımız ve “anladık” diyenlerin bile eksik anladığı İsmail Bey Gaspıralı’dır (Gasprinski). O’ndan birazdan yine bahsedeceğiz.
Türkçe, Rusya’nın içindeki Tataristan Kazan’dan, İran’ın Güney sahillerine; Adriyatik kıyılarından Çin’in ortalarına kadar 200 milyon insanın farklı lehçe ve şivelerle konuştuğu, büyük, güçlü ve yaygın bir dildir. Kelime hazinesi binlerce yıllık bir maziye ve arka plana dayanır. Onlarca ayrı devlet bünyesinde, farklı serencamları yaşayan lehçe ve şiveleriyle Türkçe, yüz yıldır iç ve dış saldırılara rağmen hâlâ gücünü korumaya devam ediyor.
Bugün, Kuzey Türkçesi olarak adlandırılan Kıpçak temelli Türk lehçeleri olan Kazak, Kırgız, Karaçay-Balkar dilleriyle Anadolu Türkçesi üzerinden anlaşmak biraz daha zor olabilse de ortak dilin oluşturulması için hâlâ çok geç değildir. Kelime hazinesindeki ortaklığı oluşturan kök Türkçe kelimeler yanında, Arapça ve Farsçadan alınan ve günlük dile yerleşen kelimeler bu anlaşmanın temelini oluşturmaktadır. Bin yıllık Arapça ve Farsça kelimelere düşmanlık, Türkçeye hizmet etmediği gibi, Türk dünyasının ortak anlaşma kelimelerini de yok etmekte ve ortak Türkçe hedefini imkânsız kılmaktadır. Batı dillerinin ortak kelime hazinesini oluşturan ve bir dönemin din ve bilim dili olan Latince onlar için ne ise, Tük dilleri için de bir dönem bilim (ilim) ve edebiyat dili olup Türkçeye kelime veren Arapça ve Farsça da odur. Bu dillerden alınan o kelimeler ortak dağarcığımız olarak kıymetlidir.
Şimdi bunun daha rahat anlaşılabilmesi için internette rahatlıkla bulabileceğiniz bir metni sizinle paylaşmak isterim:
Çağdaş Uygurca bir metin: “Hemme âdem zatidinla erkin, izzet-hörmət ve hokkukkta babbaraver bolup tuğulgan. Ular ekilge və vijdanğa ige hemde birbirige kerindaşlikk munasivitige has roh bilen mu’amile kılışı kerek.”
Şimdi bugünü Türkçesine çevrilen bu çağdaş Uygurca metni bir de size kelime kelime değişiklik yapmadan çevireyim. İnanın bu çeviriyi biraz edebiyat metni okumuş olan liseli gençlerimiz de rahatlıkla anlayacaklardır.
Uygurca: “Hemme adam zatı, erkin, izzet-hürmet ve hukukta beraber olup doğulmuştur. Onlar, akıla ve vicdana iye(dir), hem de birbirine kardeşlik münasebetine has (bir) ruh ile muamele kılışı gerekir.”
Türkiye Türkçesine TDK sözlüğünden yararlanarak yeni kelimelerle çevirirsek: “Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Us ve törel bilince iyedirler ve birbirlerine karşı kardeşlik duygusu ile devinim göstermelidirler.” Bu çevirinin, Arapça kökenli olan insan ve hak kavramlarının metinde kalmasına rağmen, bizim dışımızdaki 150 milyona yakın insanla dil bağımızı tamamen kopartmak ve anlaşılması imkânsız bir dil oluşturmak anlamına geldiğini bilmek lazım.
Bu Uygurca metni bizim için anlaşılır kılan adam, izzet, hürmet, hukuk, beraber, akıl, vicdan, hem de, münasebet, has, ruh ve muamele bin yıldır Türkçenin kelime hazinesi içinde var olan ortak kelimelerimizdir.
Aynı metne 30 milyon kişinin konuştuğu Özbekçe üzerinden bakalım:
Özbekçe:”Barça odamlar erkin, qadr-qimmat va huquqlarda teng bo’lib tug’iladilar. Ular aql va vijdon sohibidirlar va birbirlari bilan birodarlarça muomala kilishlari zarur.”
Bu metnin Türkçe kelimelerle birebir yaklaşık karşılığı: “Varca adamlar (bütün insanlar), erkin, kadir-kıymet ve hukuklarda denk olup doğulurlar. Onlar akıl ve vicdan sahibidirler ve birbirleri ile birader(ler)ce muamele kılışları zaruri(dir).” Bakın bu kelimeleri bir Anadolu Türk’ünün öğrenmesinde herhangi bir zorluk var mı?
Bu metnin orijinalindeki, adam, kadir-kıymet, hukuk, akıl, ve, vicdan, sahip, birader, muamele, zaruri kelimeleri de bin yıllık ortak kelimelerimizdir ve bu kelimeler olmadan metni anlamak neredeyse mümkün değildir. Yani bu kelimeler artık Türkçenin öz malı olup diğer kardeşlerimizle aramızda köprü oluşturan kadim kelimelerdir. Onları attığımızda, henüz Türkçenin zenginleşmediği ilk dönemlerinin dilini veya dışa kapalı kalıp gelişememiş olan lehçeler olarak mesela Tuvaca, Yakutça veya Hakasçayı esas alarak bu metne çevirsek hiçbir şey anlamadığımızı görürüz. Coğrafi olarak aynı uzaklıkta olan Uygur Türklerinin dilini anlamak ise ortak eski kelimeler dolayısıyla çok daha rahattır. Abdurehim Heyit’in “Uçraşqanda” (Karşılaşınca) adlı altyazılı türküsünü internetten kolaylıkla bulabilirsiniz. Onu dinlerseniz bu yakınlıkla neyi kastettiğimi rahatlıkla anlayabilirsiniz.
Yukarıdaki metinlerden ilginç bir sonuç daha çıkarabiliriz. Metinlerde “hür, özgür” karşılığı olarak “erkin” kelimesi kullanılırken, Türkçeden Arapça kökenli olduğu gerekçesiyle “hür” sözü atılırken yerine geçmişte veya hiçbir Türk lehçe ve şivesinde olmayan “özgür” kelimesi konulmuştur. Hâlbuki “özgür” yerine “erkin” pekala da alınabilirdi ve “hür” sözünün yanında da kullanılabilirdi.
Şimdi de buyurun size çağdaş “Altayca” bir metin. İçinde başka dilden alıntı yok, hepsinin Proto-Türkçe dönemlerin izlerini taşıyan kelimeler. Anlayabilecek miyiz bakalım:
“Karıgan kiji öbögön baldarga kuçındap, çörçök kuuçındap, kokırlapoturı”*
Yani, “Yaşlı adam şimdi, çocuklara konuşup, masal anlatıp, şakalaşıyor.”
Bu metindeki kelimelerin kökleri Türkçe olsa bile artık anlaşamayacağınız kadar uzaklaşmıştır. Hakasça, Altayca ve Yakut (Saha) Türkçesi, Özbekçe, Uygurca, Kazakça, Kumukça ve Tatarcayı rahat anlayan birisi olarak benim için bile çok çok uzak.
Çünkü dilin gelişiminde coğrafi uzaklık kadar dilin aynı kültür atmosferi içinde gelişimi de önemlidir. Diğer Türk şivelerinin birbirine daha yakın olmasında, İslam’ın oluşturduğu ortak kültür, Timurlular döneminin Orta Asya’daki kültür hâkimiyeti sırasında oluşan ortak hazine, özellikle Özbek tacirlerin Türk dünyasının her yanında ticaret ve Hoca Ahmed Yesevi’nin tasavvuf anlayışını taşırken aktarılan ortak dil ve Türkistan hanlıkları döneminin ortak mirası, dilin de kültürle birlikte yakınlaşmasını, daha doğrusu kopmamasını sağlamıştı. Son olarak İstanbul, Kazan, Bahçesaray ve Tiflis’te basılan eserlerin Orta Asya’ya; orada basılan eserlerin ise diğer Müslüman Türk bölgelerine aynı ortak alfabeyle taşınması (Arap alfabesi temelli Osmanlı, Safevi ve Çağatay alfabeleri) dilde yakınlaşmayı arttıran sebepler olmuştu. Timur’la Bayezid’in ve yine Yavuz Sultan Selim’le Şah İsmail’in birbirine yazdığı mektupların aynı ortak dilde ve aynı ortak alfabe ile yazıldığını unutmamak gerekir.
Türkiye’de dilde tasfiye (arındırma) hareketleri, Sovyetler Birliği’ndeki Türk dillerine Rusçadan teknik terimlerin alınması; İran’da ve Afganistan’da Farsçanın; Çin’de Çincenin, Rusya ve çevresinde ise Rusçanın devletin resmi dili olarak baskın tutulması, Türk dillerini zayıflatmış ve birbirinden daha da uzaklaştırmayı başarmıştır. Rusça, Çince ve Farsçanın eğitim, teknoloji, sinema ve günlük hayatın dili olarak kültürel hâkimiyeti, diğer Türk dillerinin ikincil planda kalmasına ve kabile dili seviyesine düşürülmesine sebep olmuştur.
Türkiye, maalesef dil konusunda Türk dünyasına hiçbir rehberlik yapamadı. Şüphesiz, Türkçenin akrabası olan Çuvaşça gibi tamamen ayrı bir dile dönüşen diller için yapılabilecek pek de bir şey yoktu. Hakasça, Tuvaca, Altayca gibi küçük ve dil bakımından uzaklaşmış diller için de katkı sağlanabilecek destek oldukça zor ve zahmetliydi. Kıpçak Türkçesinin kolları olan Kırgız ve Kazak şiveleri için yapılabilecekler vardı; ancak bunun için uzman ekiplerin yıllarca çalışması gerekmekteydi. Bu dilleri inceleyenler veya bilenler neyi kastettiğimi rahatlıkla anlayacaklardır. Bütün bunların ötesinde daha fazla nüfusun konuştuğu Oğuz dili grubu (Türkiye Türkçesi, Azerbaycan ve Türkmen Türkçeleri) birbirine kolaylıkla yakınlaştırılabilirdi. Bunun yanında Çağatay grubu olan Özbek ve Uygur Türkçeleri üzerindeki ortak kelime hazinesi üzerinde de aynı leksikoloji çalışmaları yapılabilirdi. Hepsinde öteden beri var ve ortak olan kelimelerin özellikle korunması ve yaygınlaştırılması için atılabilecek birçok adım vardı ve başarılabilirdi.
Henüz Anadolu Türklerinin Türkmenistan ve çevresinde oldukları dönemde; daha Azerbaycan Türkçesi, Anadolu Türkçesi ve (Yaka) Türkmencesi gibi ayrı şiveler oluşmamıştı. Ortak bir Oğuzca vardı. Bu ortak Oğuzca, Harezm, Karahanlı, Uygur ve Özbekçenin ortak atası olan Hakaniye veya Çağatay Türkçesiyle de çok yakındı. Türkçeyi arıtmaya çalışırken Ortak Oğuzca (ProOghuz) veya Ortak Çağatayca (ProChagatai) döneminden alıntılar yaparsanız, Türkçeye fayda sağlamış olursunuz. Aksi halde, herkes oturduğu yerden kelime üretmeye kalkışırsa, ne Türk dil birliğine ne de Türkçeyi güya kurtarma amacına hizmet etmiş olamazsınız.
Ortak Türkçe derken, Gaspıralı’yı yâd etmemek olmaz. Türk dil birliği, dili sadeleştirerek değil; eğer yapabiliyorsanız, Gaspıralı İsmail Bey’in yaptığı gibi bütün lehçe ve şivelerden kelimeler alarak, ortak bir dil oluşturmaya çalışarak gerçekleşebilir. Mesela, Batı Türkçesinin kökü olan Ortak Oğuzcayı oluşturmaya var mısınız? İşte gerçek ortak Türkçe bu olur ve Kıpçakçayla buluşmaya doğru gitmede ilk adım olur. Ama dünyanın bazı dengeleri, bunu yapmanıza asla izin vermez. Ama dili arındırma deyince işte buna herkes izin verir.
Bugün “milli” iddialarının olduğunu söyleyen birçok kişinin, slogan veya güncel olayların baskısı dışında entelektüel bir üretimi ortaya koyma gibi bir dert taşımadıkları izlenmektedir. Bu kişilerin, Gaspıralı’nın söylediklerini anlayacak durumda olmadığı gibi, onun ele aldığı ve bugün için hâlâ hayati olan konularını idrakten de aciz olduklarını söylemek gerekir. Bugünün iletişim imkânlarıyla Ortak Türkçenin kurulması hiç de hayal değildir. Gaspıralı’nın geliştirdiği ortak dil denemelerinden, birçoğumuz haberdar bile değiliz. Yazdığı metinler, çıkardığı gazeteler sadece edebiyat veya Türkiyat çalışanlarının değil, bugün yeniden “milli” olma iddiası taşıyan herkesin kafa yoracağı bir saha olmalıdır. Gaspıralı’nın yolu, hem Oğuzca hem de Kıpçak (özellikle Tatar Türkçesi’nden) alıntılarla muhteşem bir örneğe dönüşmüştür. Gaspıralı, Türkiye Türkçesini temel almış fakat Tatarca ve eski Çağatay Türkçesi gibi temel ortak alanları ihmal etmeyerek ortak kelimeleri kullanarak ortak bir Türkçenin ilk örneklerine teşebbüs etmiştir.
Bunun haricinde yakın dönem için de Faruk Kadri Timurtaş’ın, Ayhan Songar’ın çeşitlemelerini, Muharrem Ergin’i, Mehmet Kaplan’ı veya Nihat Banarlı’yı okumadan Türk dili hakkında fikir yürütmeyi, ahkâm kesmeyi ve hatta Türkçeyi kurtarmaya kalkışmayı tehlikeli buluyorum.
Mesela ortak alfabe bu yakınlaşmayı sağlayacak en temel konuydu. Bunu bizden daha iyi bildikleri kesin ki ortak alfabeye izin verilmedi ve görünmez eller müdahale ettiler. Latin alfabesine geçen Türkmen, Azerbaycan ve Özbek Türklerinin kabul ettikleri alfabeler, aynı kelimelerin tamamen farklı şekilde yazılmasına sebep oldu. Ortak alfabenin, ortak Türkçenin gelişiminde büyük tesiri olacaktı, ama bu hayati adım dışarıdan profesyonel müdahaleler yüzünden olmadı. Bugün Türk dünyası, aynı kelimeleri Latin, Osmanlı ve Kiril alfabeleriyle yazmaktadır. Türkiye ve Balkanlardaki Türkler Latin alfabesinde yazıyorlardı. Türkmen ve Özbek alfabeleri ise farklı seslerle ifade edildiğinden alfabe birliği sağlanamadı. Mesela Türkmence “ayağım” yazmak için “aýagym” yazılarak okunuşu daha da zorlaştıran bir alfabe kabul edilmiş oldu. Özbekçede ise, “sözbaşı” yazmak için “so’zboshi” gibi yarısı İngilizceden aktarma harflerle karşılıklı okuma aşırı derecede zorlaşmıştır. En yakın şive olan Azerbaycan Türkçesinin bile e harfi yanında açık e (ə) harfi ile (q) harfinin kullanılmasıyla bu şiveye aşina olmayanlar için takibi zorlaşmış oldu. Bunun yanında Afganistan Türkleri, İran Türkleri ve Uygurlar halen Osmanlı Türkçesi alfabesiyle yazıyorlar.
Ortak bir Türkçe çatısı altında toplanmayı yakın tarih dilde tasfiye olarak algılamış ve uygulamış, bugün de hâlâ bu görüş savunulmaktadır. Türkçedeki diğer dillerden geçen kelimeleri atarak arı bir dil oluşturmak mümkün müdür? Dahası, bu usul dil mantığı açısından doğru mudur?
Dünyada “arı dil”ler sadece yalıtılmış (izole) kabile dilleridir. Arı dilleri, Endonezya ormanlarında, Afrika’nın ortalarında veya Amazon bataklıklarında aramak gerekir. Türkçenin en eski dönemlerinde bile Moğolca, Sanskritçe, Soğdca ve Çinceden geçen kelimeler vardır ve bundan daha fazlası Türkçeden Balkan dillerine, Kafkas dillerine, Rusçaya, Arapçaya ve Farsçaya, hatta İngilizce ve Fransızcaya kadar bütün dünya dillerine verdiğimiz kelimeler vardır. Türkçe, İngilizce, Arapça, Almanca, Fransızca, Rusça gibi geniş coğrafyalara yayılan ve kültürel üstünlüğe sahip ve hâkim dile dönüşen diller, artık arı dil olarak kalamaz. Bu saydığım milletlerden hiçbirisi dilinde arındırma gibi bir yolu denememiştir. Stalin, bunu Rusça için denemiş ancak, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp vazgeçmiştir.
Diğer dilleri ele aldığımızda farklı bir durum olmadığını görürüz. İngilizce veya Fransızcadan Latince kelimeleri atmaya kalkacak olursanız geriye İngilizce veya Fransızca gibi bir dil kalmayacağını görürsünüz.Yukarıda belirttiğimiz gibi, Fransızcanın kökü olan Gaulos (Gaulish) dilinden bugün yaşayan kelime sayısı yaklaşık olarak en çok 150’dir. (yüz elli). Gerisi, Latince ve hatta Arapça kökenli kelimelerle doludur. Onlar Latince ve diğer dillerden aldıkları kelimeleri atmazlar atmayı asla düşünmezler. Siz de Türkçeyi kalkıp Türklerin çöllerde, steplerde, dağ ve ormanlarda yaşadığı 1500 yıl öncesine götürürseniz bu dili, imparatorluklar kurmuş büyük bir milletin dili olmaktan çıkarırsınız.
Mesela, “İhtiyar adam izin istemek için kalktı” cümlesi Türkçedir değil mi? “İhtiyar” ve “izin” Arapçadır. "Adam" bize Farsçadan, ona Arapçadan ve nihayet İbraniceden geçmiş bir kelimedir. Bu kelimeler bizi rahatsız ediyor mu? Tabii ki hayır. Türkçeye yerleşmiş, Türkçe fonetiğine uymuş ve yüzlerce yıldır bu kelimeleri kullanarak eser vermişsiniz. Aşk, sevda, hasret, nefes, ömür, hicran, vuslat, usul, hak, hukuk… Bütün bu kelimeleri yabancı mı sayacağız. O zaman sizin bir edebiyat, sanat ve hukuk diliniz olur mu? Olsa bile, halkın anlamadığı ve sırtını döndüğü zırvalamaları üretmiş olursunuz.
Türkçeden bu ve benzeri binlerce kadim kelimeyi atarsanız 2000 yıl önce Asya’da yaşarken kullandığımız sınırlı sayıda kelimeye dili mahkûm etmiş, Türkçeyi de zayıflatmış olursunuz. Steplerin Kazakçası veya Kırgızca ile Anadolu Türkçesinin kelime sayısı arasındaki ciddi fark da zaten bununla ilgilidir.
Daha iyi anlaşılabilmesi için misaller vermek dilin canlılığını anlamak bakımından isabetli olabilir. Mesela Yörüklerin “gaca” dediği, “goca” ve “koca” erkekte yaşlı olanlar için kullanılmıştır. “Kart” da aynı manadadır. “Keri” ve “karı” yaşlı olmayı ifade edip bizdeki “karı” ve “koca” kelimelerinin menşeidirler. Bunlar, “kocalmak” ve “karılmak” fiillerinden eski Türkçede türetilmiş sözlerdir. Amaç kelimesine bakalım; bu kelime “saban demiri” ve “ok nişangâhı” anlamında Orta Asya döneminde Türkçeye geçmiş olan en eski Farsça sözcüklerden birisidir. Umac ise, umma fiili ve halk ağızlarında umac, uvmac, ovmac olarak var olan ve kökü ufalamak ile aynı olan ve bir yemek adıyla varlığını sürdüren bir kelimedir. “Adam” kelimesi ise Arapça değildir. Arapçada olmadığı gibi, Türkçeye geliş yönü de Farsça üzerindendir. Farsçaya gelişi ise, İbranicedendir ve “kırmızımsı toprak” karşılığında kullanılır.
Rusya’da, Çin’de, Almanya’da veya başka bir ülkede oturup kelime türetmeye kalkan birileri ortaya çıkarsa ona önce sizin dilbilim konusundaki eğitim ve tecrübenizi sorgularlar. Ayrıca, şaka veya fantezi olarak da olsa o kelimeleri kullanmazlar. Çünkü hiçbir ciddi milletin dilinde sadeleştirme olmamıştır. Diller, tabii seyirleri içinde canlı organizmalar gibi yaşar ve gelişirler. bazı kelimeleri bünyelerine alır diğer bazılarını kendiliğinden dışarı atarlar. Bu sebeple, Dile mekanik müdahale ederek kelime atmak veya eklemek yanlıştır.
İngilizce de bir karışımdır. Sözü gecen diğer diller de karışımdır. Karışmayan diller, sadece yalıtılmış kabilelerin dilleri olabilir. Türkçe’nin İslam öncesindeki hali de aslında arı değildir. Türkçeye milattan öncesinden beridir Çince, Moğolca, Hintçe, Sanskritçe kelimeler girmeye başlamıştır. Bu da bir kusur veya zaaf değildir. Çünkü diller, kendilerinde olmayan kelimeleri komşularından alarak büyürler ve böylece zenginleşirler.
Türkçede bin yıldır kullanılmışken abide sözünü neden atmalıyız? Yüzyıllar boyunca yazılan milyonlarca şiir, eser, kitap, kitapçık, külliyattaki abide kelimesini bizden sonrakiler anlamasınlar mı? “Abide” karşılığı olarak “anıt” kelimesinin Türkçede ilk kez ne zaman kullanıldığını söyler misiniz?
“Tüze”, “tüzük” gibi kelimeler düzenlemek, düzletmek ve düzeltmek filleriyle aynı köktendir. Moğolcada da aynı kök kullanılır. Fakat bunlar kanun, yasa, tüzük gibi somut (müşahhas) kavramları ifade etmekte başvurulan sözcüklerdir. “Adalet” ise, somut hukuk argümanlarının çok daha üstünde bir ideali ifade eden bir üst değerdir ve “tüze” kavramı, adaleti ifade etmede bütünüyle yetersizdir ve zaten tutmayan kelimelerdendir. Ayrıca adalet, bir terim ve kavram olarak mutlaka yerine yenisi konulacak bir sözcük de değildir. Yine tekrar edeceğim; Türk dili ve edebiyatına ve bilimine girmiş olan bu kadim kelimelerin bir çırpıda atılarak yerine yenilerinin konulmaya çalışılması, bin yıldır yazılan bütün eserleri anlaşılmaz kıldığı gibi, bugünkü Türkçeye de büyük zararlar vermeye devam etmektedir.
Şu anda İngilizcede yüzbinlerce kelime var. İngilizler dillerinin bir imparatorluk dili olduğundan, kelime sayılarının çokluğundan dem vurarak diğer dillerin yetersizliğinden bahsediyorlar. Almanca, Fransızca, Arapça, İspanyolca, Osmanlı Türkçesi de aynı şekilde zenginleşmiştir. Eğer İngilizler, İspanyollar, Fransızlar sizin yaptığınız gibi dilin köküyle yetinmeye kalkacak olurlarsa ellerinde sadece birkaç bin kelimelik diller kalır. Hiçbir modern devlet, kendi dilini arıtma gerekçesiyle dilini ve kültürünü bu şekilde tasfiye etmemiştir.
Rusçaya Türkçeden geçmiş 4000 kelime var; Ruslar o kelimelere Türkçe gözüyle bakmazlar, onları artık Rusça kabul eder ve geçmişini kurcalamazlar. İspanyolcada 6000 Arapça kelime vardır İspanyollar da bu kelimelerin kökenleriyle uğraşmazlar. Türkçe en az 4000 yılda bu dili bütün komşularına kelime vererek ve onlardan kelime alarak bugüne gelmiş ve ortaya çıkan büyük dile Türkçe denmiş. Bu birikimi bir kenara iterek “kendine yeni dil icat et” demek, saçmadır. Diller kurulmaz, inşa edilmez. Onlar doğar, büyür, gelişirler ve dil olurlar. Dünyada “arı dil” yoktur ve hiçbir dil de “arı” olmak zorunda değildir. Sadece yalıtılmış (tecrit, izole) Afrika kabilelerinin dilleri “arı dil”dir fakat birkaç bin kelimeyle sınırlı kalırlar.
Osman Yüksel Serdengeçti der ki: “Türkçeden Arapça ve Farsça kelimeleri atarsanız hiçbir şey söyleyemezsiniz. Çünkü hiç Farsça, şey Arapça’dır.” Türkçenin büyük ve hikmet dolu şairi Yunus Emre’nin adına bakalım. Yunus, Arapçadır. Emre (Amrağ) ise Farsçadır. Bunları atıp yeniden söylerseniz geriye ifade gücü olmayan zayıf bir dil kalır
Mesela, uydurma “sorun” kelimesi, “mesele”, “dert”, “müşkül” ve “meram” gibi Türkçede bin yıldır kullanılan kelimelerin yerine tek başına geçmeye kalkarsa bütün bu kelimeler ölüp giderler. Diğer her bir uydurma kelime bir o kadar kelime katlederse o zaman Türkçeyi 2000 kelimeye düşürürsünüz. Bunun Türkçeye yararlı olduğunu düşünebilirsiniz. Bu kelimeler, Türk dünyasında halen kullanılıyor. Hatta Latince kökenli “problem”i veya Arapça kökenli “mesele”yi kullanıyorsanız sizi bütün Türk dünyası anlar. Buna göre dilden attığınız her kelime, Türkiye ile Türk dünyası arasındaki bir köprüyü yıkmak anlamına geliyor.
Bütün Türk dünyasında imkân, mümkünlük ve mümküncülük denilirken “olanak” ve “olanaklı” gibi nesepsiz kelimelerde ısrarcı olmak saçmadır. Bu tür kıyaslamaları pratik şekilde yapabilmek için TDK’nın “Türk Lehçeleri Sözlüğü” adlı çevrimiçi (online) sözlüğünü denemenizi tavsiye ederim.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin Dil sayısında...