İşsizlik, günümüzde taşıdığı anlamlar itibarıyla ağırlıklı olarak varlığını ilk kez sanayi toplumu üzerinde hissettirmiş olsa da insanlık tarihinin başlangıcından bu yana hayatını devam ettirme gayesi güden insanoğlunun mücadele ettiği bir olgudur. Tarihin bazı dönemlerinde farklı mekanizmalar, işsizliğin bireysel ve toplumsal alanda yol açtığı sorunları önleme vazifesini yerine getirmiş; bazı dönemlerde ise mekanizmaların etkisini yitirmesi veya otoritelerin, koruyucu politikaları rafa kaldırılması yönündeki tercihleri ile insanlar korumasız durumda bırakılmıştır.
Batı dünyası, kendi gelişim süreci içerisinde sanayi toplumu aşamasına geçmeden önce köleci ve feodal toplum deneyimleri yaşamıştır. Köleci toplumlar, tarım ekonomisini, çalışma eylemini küçük düşürücü bir faaliyet olarak gören özgür insanların tahakkümü altında zorunlu çalışmaya tabi tutulan köleler sayesinde sürdürmüş; feodal toplumlar ise bir tarafta kırsal alanlarda köylüler ve toprağın eklentisi biçimindeki serflerin toprağı işlemesi sonucunda üretilen değere el koyan senyörlerin hakimiyetine ve diğer taraftan kentsel yaşamın sınırları dahilinde çırak, kalfa ve usta arasında hiyerarşik ilişkiyi esas alan lonca düzeninin zanaat ve ticaret hayatına dair kuralları belirlemesine dayanmıştır (Güven, 1995, s. 29-31).
Sanayi öncesi toplumlarda üretim arzusunun sadece kişisel ya da küçük bir yerleşim biriminin zorunlu yaşam ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olması ve başta aile kurumu gelmek üzere lonca sistemi, akrabalık, komşuluk ve dinî kurumların ekonomik ilişkilere katılamayan insanlara sağladığı güvenli alan, işsizliğin sosyal bir sorun olarak toplumsal yaşamda belirmesini engellemiştir.
I.
Aydınlanma Çağı’nın, temellerini attığı yeni fikir akımları ve buharlı makinelerin iş ve üretim organizasyonlarına entegrasyonu, Sanayi Devrimi’ne giden yolun altyapısını meydana getirmiştir. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren peş peşe gerçekleşen teknolojik gelişmeler vasıtasıyla hızla şiddetini artıran sanayileşme dalgaları, kısıtlı bölgesel piyasaların ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir organizasyonların üstlendiği üretim görevlerini uluslararası piyasaları bile doyurma kabiliyetine sahip fabrika merkezlerinin almasını ve daha da önemlisi bu ekonomik değişimlerin toplumsal yaşamın geçmişten gelen birikimlerini tamamen yıkmasına neden olmuştur (Talas, 1995, s. 59).
Makineleşmenin tarım sektörüne sirayet etmesi, beraberinde bu alanda emek gücüne olan ihtiyacı azaltarak büyük insan topluluklarını köylerden fabrikaların inşa edildiği şehirlere doğru göç etmeye zorlamıştır. Fabrika tarzı üretim tipine diş geçiremeyen küçük sanayi ve atölye tarzı üretim yerlerinde faaliyet gösteren kişiler ile tarımdan gelenler, iş gücüne aç olan fabrikaların aradığı işçi ihtiyacından katbekat fazlasını karşılamıştır (Ekin, 1979, s. 3). Sanayileşmenin ilk dönemlerinden itibaren hızla büyümeye başlayan iş gücü, emeği dışında mübadeleye konu olabilecek herhangi bir araca sahip olmadığı için toplumdaki bir avuç sermaye sahibinin zenginliklerine zenginlik katmasını sağlayacak fabrikalarda sefalet ücretlerini kabul etmek dışında bir çareleri kalmamıştır. Fakat emek arzının emek talebinden bol olması, asgari yaşamsal gereklilikleri dahi karşılamaya yetmeyecek ücret düzeyini kabul etmesine rağmen iş bulamayan işsizler topluluğu ya da Marx’ın ifadesi ile ‘Yedek İşgücü Ordusu’ grubunu var ederek, bu grubu işveren sınıfı tarafından hâlihazırda istihdam edilen işçilerin işsizlikle korkutulması ve artık değere el koyulmasının meşrulaştırılması dışında, emeğin tek gelir kaynağı olan ücretlerin aşağı çekilmesini için de kullanıma açık hale getirmiştir (Omay, 2011, s. 139-140).
İşsizlik oranlarının yüksekliği ve istihdam edilen işçilerin yetersiz ücretleri, geleneksel aile yapısının mihenk taşları kadınları ve çocukları temel vazifelerinin dışına çıkarıp, iş gücü piyasalarının birer metası haline getirmiştir. İşçi sınıfı, fabrikalarda düşük ücretler, sağlıksız koşullar ve uzun çalışma süreleri gibi kötü koşullarla boğuşurken, aynı zamanda altyapı imkânlarının elverişsiz olduğu ve insanların sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi açısından yeterli koşulları barındırmayan gecekondu bölgelerinde hayatta kalma savaşı vermiştir. Sanayi toplumunun elverişsiz şehirlerinde aile, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin erimesi, dinî kurumların yetersiz kalması ve devletin seyirci rolü, geçmişin aksine insanoğlunu güvencesizlik üzerine inşa edilmiş yeni dünyada işsizliğin başını çektiği yoksulluk, hastalık, sakatlık ve yaşlılık gibi sosyal sorunlar karşısında tek başına korumasız bir hâlde bırakmıştır (Yazgan, 2019, s. 36-39).
Sanayi Devrimi’ni takip eden yıllarda sanayi toplumunda her geçen gün büyüyen işsizlik ve diğer sorunlar, aslında bu döneme ruhunu veren liberal görüşün savunduğu fikirlerin bir yansımasıdır. Liberalizm:
“…ortaçağ düzeninin çözülmesiyle ortaya çıkan ulus devletlerin sosyal organizasyon arayışlarının, eski düzenin reddi sonucu yeni düzen oluşturma çabalarının, eski referans noktasının (kilise) reddi ile yeni bir referans noktası bulma ihtiyacının ve yükselme eğilimine giren burjuvazinin kendisine toplumda ve devlette (yönetimde) pay isteyişinin sonucudur” (Çalışkan Akçetin & Akçetin, 2015, s. 16).
Siyasi alanda burjuvazinin önündeki engelleri bir bir aşan liberalizm, ekonomik alanda ihtiyaç duyduğu desteği Adam Smith, Jean Baptiste Say ve Thomas Robert Malthus gibi iktisatçıların savunduğu klasik iktisadi ekolden almıştır. Klasik iktisadi ekol, serbest piyasa ekonomisini dokunulmaz bir şekilde kutsallaştırarak, bireyi sadece kendi rasyonel çıkarlarını maksimize etmeyi amaçlayan tek bir insan tipolojisine sıkıştırarak, görünmez elin yardımı ile eksikliklerin itici bir güç hâline gelip hem büyümenin hem de refahın optimal dağılımının gerçekleşeceğini öngörerek, sistemin mağluplarını beceriksizlik suçlamaları ile ötekileştirerek ve piyasa işleyişi içerisinde akan hayata karşı devletin seyirci ve pasif kalması gerektiği görüşlerini savunarak, ister istemez yalnızca bireysel ekonomik hırslarla hareket eden bir insan topluluğunu ortaya çıkarmıştır. Bu ekonomik ve ideolojik fikriyat birliği, işveren sınıfını sanayi toplumunun mutlak hâkimi kılmanın yanı sıra işçi sınıfını da eşitsizlikler girdabının içine sokmuştur.
II.
İşsizlik sorununun hangi nedenlere bağlı olarak ortaya çıktığı ve çözümlenmesi adına ne şekilde davranılması gerektiğine dair iktisat literatüründe ön plana çıkan Klasik ve Keynesyen yaklaşımlar, kendi dönemlerindeki sorunlara çözüm üretebildikleri müddetçe hâkim bakış açıları olarak kabul görmüştür. Ancak yeni gelişmelerin işsizlik üzerinde yarattığı değişimleri açıklama konusunda yetersiz kaldıkları noktada ise önemini yitirmiş veya temel kabullerinde değişikliklere gidilmesi ile yeni görüşlerin hareket noktasını oluşturmuşlardır (Esen, 2020, s. 27).
Klasik yaklaşıma göre devlet müdahalesi, asgari ücret uygulaması ve işçi sendikaları gibi monopollerin olmadığı serbest şekilde işleyen bir ekonomide, emek arzı ve emek talebi tam rekabet şartları altında ekonomik insan modeli doğrultusunda faydalarını maksimize etme amacı ile tek bir durağan işgücü piyasasında etkileşime geçmekte ve bu piyasada arz ve talebin kesiştiği denge ücret noktasını kabul eden her işçi istihdam edilebilmektedir (Goodwin, Nelson, Ackerman, & Weisskopf, 2006). Bu durum: “Klasik ekonomicilerin genel işsizliği imkânsız gören teorilerinin, esas olarak Mahreçler Kanunu veya Say Kanunu adı verilen temel ilkeye” (Talas, 1972, s. 109) dayandırılmasının bir sonucudur. Say Kanunu’nun her arzın kendi talebini yarattığı fikri, klasik yaklaşımda talebin eksilmesinden kaynaklı işsizliğin ortaya çıkabileceği ihtimalinin göz ardı edilerek, işsizliğin bireyin gönüllü tercihi veya beceriksizliğinden kaynaklandığı ön kabulünü zihinlere yerleştirmiştir.
1929 Krizi’nin en önemli nedeninin efektif talep eksikliği olduğunun ayyuka çıkmasının ardından John Maynard Keynes ‘Genel Teorisi’nde, klasik yaklaşımın piyasada atıl bir üretim faktörü olmaksızın daima tam kapasitede faaliyet gösteren ekonomi tasviri ile tam rekabet piyasasında görünmez elin tam istihdamı sağlama fonksiyonlarının yanlış olduğunu ortaya çıkarmıştır (Carabelli & Cedrini, 2014, s. 110). Keynes, toplumu her açıdan sarsan işsizlik gerçeğiyle mücadele etmek için klasiklerin belirttiği ücretlerin düşürülmesi, piyasanın tabi düzen içerisinde kendiliğinden dengeye gelmesi ve faiz mekanizmasının aktif bir biçimde işlemesi yönünde basit önermelerin aksine devlet gelirleri, vergiler ve yoğun kamu harcamalarıyla desteklenen maliye politikalarının ekonomide toplam talep miktarını artıracağını ve bu artış sayesinde işsizlik oranlarının da azalacağını savunmuştur (Ekelund & Hébert, 2014, s. 532-535). Ulusal ekonomi-politik dengesiyle sınırlı Keynesyen görüşler, İkinci Dünya Savaşı’ndan 1960’ların sonlarına kadar hakimiyetini sürdürmüş, ancak gerek 1970’lerde gerçekleşen petrol krizleri ve stagflasyon dalgası gerekse de 1980’lerden sonra neredeyse ülke fark etmeksizin tüm dünyaya hızla nüfus eden neo-liberalizm, küreselleşme ve uluslararası ticaretin serbestleşmesi faktörlerinin etkisi ile ana yaklaşım konumunu kaybetmiştir.
III.
Dar manada emeğin mal veya hizmet üretimi süreçlerinde yer almaması durumunu ifade eden işsizlik, sosyal eşitsizlikleri artıran karakteri ile maruz kalan bireylerde akabinde çeşitli sosyal sorunlarında yaşanmasına neden olup olmadığı zıt görüşleri ileri süren kişiler ve ekollerce tartışılmaktadır (South, 1984, s. 390-392). İşsizlik ve diğer sosyal sorunlar arasındaki bağ tartışıladursun, emeğini piyasa şartlarında değerlendiremeyen insanların eş zamanlı olarak aile kurumunun birlikteliğinin zarar görmesinden yoksulluğa ve psikolojik rahatsızlıklardan sosyal dışlanmaya varıncaya kadar birçok sorunla boğuştukları görülmektedir. Ayrıca toplumsal düzeyde suça katılımı artırma riski taşımaktadır.
İşsizlik ve artçı sorunları karşısında mücadele etmekte zorlanan grupların başını iş gücü piyasalarına yeni katılacak veya bu piyasalarda ilk yıllarını geçiren genç nüfus çekmektedir. Genç nüfus; genel işsizliğin oluşumunda etkili olan ekonomik kriz, toplam talebin yetersizliği, devletlerin ücretlere müdahalesi, istihdam yaratmayan ekonomik büyüme ve demografik yapıdan doğan temel sebeplere ilaveten örgün eğitim ile istihdam edilebilirlik arasındaki zayıf ilişkiye bağlı olarak beceri uyumsuzluğu, istihdam halinde olan bireylere güvence sağlayan kanunların gençlerin emek piyasalarına girişini zorlaştırması ve genç nüfusun artmasının açık işler için gençler arasındaki rekabeti kızıştırması gibi genç işsizliğin nedenleri ile de mücadele etmek mecburiyetindedir (Görlich, Stepanok, & Al-Hussami, 2013, s. 3-5). Bu durum, ülkeleri genç nüfuslarını işsizlik karşısında özel olarak koruma sağlayacak politikalar üretmeye itmektedir.
Ülkelerin büyük bir bölümü politika yapıcı kurumlarının aracılığında gelecekte sosyo-ekonomik kalkınmanın kilit rolünü verecekleri genç bireylerini işler hale getirebilmek maksadıyla genç işsizliğin kronik sorunlarını ortadan kaldırmayı ya da bu sorunun azaltılmasını hedefleyen aktif iş gücü piyasası politikaları uygulamaktadır. İtalya’da genç vatandaşların işsizlik sorununu azaltmak adına kendi işlerini kuracaklara düşük faizli kredi imkânı, kendi hesabına faaliyette bulunacaklara vergi muafiyeti ve işverenlere genç istihdamının özendirilmesi için ödedikleri ücretlerin vergi oranlarında indirim sağlanmış; ilgili alanlarda da teknik eğitimler verilmiştir (Caroleo & Mazzotta, 1998). Güney Kore, genç işçileri istihdam eden kobilere vergi indirimi ve mali teşvik avantajı, 2014 yılından başlayarak kamu kurumlarında yapılan işe alımların yüzde üçlük bir kısmının genç işsizlerden sağlanması ve emek arzı ile talebi arasındaki niteliksel dengesizliklerin azaltılmasına dair ortaokullarda eğitim içeriğinin değiştirilmesi politikalarını uygulamıştır (Jones & Beom, 2022, s. 10-11). Türkiye’de ise aktif iş gücü piyasası politikaları özelinde ön plana çıkan İŞKUR, emek arzı ve talebini bir araya getirerek iş gücü piyasalarındaki açık işler hakkında bilgi eksikliğinin giderilmesi ve istihdam garantili kurslar da dâhil olmak üzere mesleki eğitim programları sayesinde iş gücünün istihdam edilebilirliğini artıracak yeni yetkinlikler kazandırılması faaliyetlerini yerine getirmektedir.
İşsizlikle ilişik bağı taşımasına karşın teknik tanımların dar kapsamı ve daha geniş bir kesimi ilgilendirmesi sebebiyle genç işsizliğin içerisinde değerlendirilmeyen lakin zaman geçtikçe genç nüfusun önemli bir bölümünü kuşatan görece yeni bir sorun dünya çapında hızla yükselişe geçmeye başlamıştır. Bu sorun, 15-29 yaş aralığındaki bireylerin istihdam, eğitim ve yetiştirme faaliyetlerinden herhangi birinde bulunmadığını anlatan ‘ne eğitimde ne istihdamda ne de yetiştirmede’ (NEİY) kavramı ile ifade edilen gençlerin durumudur. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) istatistiklerine göre 2023 yılında ülkemizde NEİY oranının %22,5 düzeyinde gerçekleşmesi meselenin ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Nüfusun yaşlanacağı ve mevcut toplumsal dinamiklerin ilelebet değişmez kalmayacağı gerçekliği altında, gelecekte değer taşıma açısından kaybolma riskine giren NEİY olan gençlerin topluma fayda sağlayacak şekilde değerlendirilebilmeleri için işsizlik politikalarına ek olarak sosyal ve psikolojik politikalarla hayata tutundurulmaları elzemdir.
Her geçen gün maruz kalan insanlarda neden olduğu olumsuzlukların daha fazla hissedilmeye başlandığı işsizlik sorununun en büyük mağdurlarından biri olan genç nüfus, mevcut sorunu çözecek politikalarla henüz kayda değer bir koruma elde edememiştir. Ekonomilerin küreselleşmesi ve ulusal politikaların sınırlılığının birleşmesi, faal olarak uygulanmakta olan yerel politikaları yetersiz kılmaktadır. Bununla birlikte emek piyasası politikaları ile çözümü mümkün olmayan yeni sorunlar da çoğalmış vaziyettedir. Bu sebeple, genç bireyleri hedef alacak yeni politikaların ileri süreceği vaatlerin gerçeğe dönüşme ihtimali, yapım ve uygulanma süreçlerine devletler, çok uluslu şirketler, küresel organizasyonlar ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte katılımıyla yürütülecek uluslararası düzeyde bir iş birliğine bağlıdır.
Kaynakça
CARABELLI, A. M., & Cedrini, M. A. (2014). Keynes, The Great Depression, and International Economic Relations. History of Economic Ideas, 22(3), s. 105-135. http://www.jstor.org/stable/43924203
CAROLEO, F. E., & Mazzotta, F. (1998). Youth Unemployment and Youth Employment Policies in Italy. CELPE Discussion Papers 45. CELPE - Center for Labor and Political Economics, University of Salerno, Italy.
ÇALIŞKAN AKÇETİN, N., & Akçetin, E. (2015). Liberalizmin Dönüşümü. Humanitas - Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 1(2), s. 15-26.
EKELUND, R. B., & Hébert, R. F. (2014). A History of Economic Theory and Method (Sixth Edition). Waveland Press.
EKİN, N. (1979). Endüstri İlişkileri. İstanbul: İ. Ü. İktisat Fakültesi.
ESEN, E. (2020). İstihdam ve İşsizlik Üzerine Bir Analiz BRICS-T Ülkelerinde Büyümenin İstihdama Etkisi. Ankara: Seçkin Yayıncılık.
GOODWİN, N. R., Nelson, J. A., Ackerman, F., & Weisskopf, T. (2006). Theories of Unemployment. https://resources.saylor.org/wwwresources/archived/site/wp-content/uploads/2010/11/Theories-of-Unemployment.pdf
GoÖRLİCH, D., Stepanok, I., & Al-Hussami, F. (2013). Youth unemployment in Europe and the world: Causes, consequences and solutions. Kiel Policy Brief 59, Kiel Institute for the World Economy (IFW Kiel).
GÜVEN, S. (1995). Sosyal Politikanın Temelleri. Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları.
JONES, R., & Beom, J. (2022). Policies to increase youth employment in Korea. OECD Economics Department Working Papers, No. 1740, Paris: OECD Publishing. doi:https://doi.org/10.1787/fe10936d-en
OMAY, U. (2011). Yedek İşgücü Ordusu Olarak Kadınlar. Çalışma Ve Toplum, 3(30), s. 137-166.
SOUTH, S. J. (1984). Unemployment and Social Problems in the Post-War United States. Social Indicators Research, 15(4), s. 389–416. http://www.jstor.org/stable/27521262
TALAS, C. (1972). Sosyal Ekonomi - İkinci Kitap (3. Baskı). Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları.
TALAS, C. (1995). Toplumsal Politika (4. Baskı). Ankara: İmge Kitabevi.
Türkiye İstatistik Kurumu. İstatistiklerle Gençlik, 2023. Erişim Tarihi: 23.02.2025. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Genclik-2023-53677
YAZGAN, T. (2019). İktisatçılar İçin Sosyal Güvenlik Ders Notları (3. Baskı). İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.