Düşünce Dergisi > Dergi |

emeğin güvencesizliği ve prekaryalaşma

Üretmek; farklı tartışmaları da beraberinde getirmekte, çalışma kavramının içeriğinin nasıl oluşturulacağı ise ayrı tartışmaların öznesi olmaktadır.

Giriş

İnsanlık tarihinde ayrılmaz bir yere sahip olan “çalışma” kavramı, ilk insandan günümüze kadar şekil değiştirerek de olsa varlığını sürdürmüştür. Tarihin ilk yazılı ve sözlü kaynaklarında kendisine yer bulan çalışma düşüncesi, kutsal kitaplarda da insanın yaratılış amacı olarak ifade edilmiştir. İslam inancında da çalışma kavramı kendisine benzer bir temel bulmuş hem ibadet hem de Allah’ın yeryüzündeki halifesi sıfatıyla insana temel bir görev olarak yüklenmiştir. “Doğrusu insanın çalışmasından başkası kendisinin değildir.” (Necm suresi, 39) ayetindeki çalışmanın aynı zamanda ibadet olarak da tefsir edildiği görülmektedir. Dolayısıyla insanın çalışması ibadet olarak düşünülmekte, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması ise yeryüzünü imar ve ıslah etme görevini üstlenmesini beraberinde getirmektedir. Bu görev, insanın yeryüzünde farklı şekil ve amaçlar etrafında çalışma sorumluluğunu da ortaya çıkarmaktadır. Bu sorumluluk ise zorunluluk demek değildir. Sorumluluk beraberinde özgürlüğü de getirmekte, insan yetenek ve imkanları doğrultusunda çalışmak/üretmek durumundadır.

Üretmek; farklı tartışmaları da beraberinde getirmekte, çalışma kavramının içeriğinin nasıl oluşturulacağı ise ayrı tartışmaların öznesi olmaktadır. İnsanın, yaratılış felsefesiyle birlikte düşünüldüğünde, yaptığı her şeyin çalışma sayılıp sayılamayacağı ya da hangi çabaların çalışma içerisine alınacağı tartışmaların merkezinde bulunmaktadır. Çalışmanın çerçevesi de bu bağlamda zamana ve insanın dünyayı algılayış biçimine göre değişmiştir. “Doğrusu sizin çalışmanız çeşit çeşittir.” (Leyl suresi, 4) ayeti çalışmanın çeşitliliğini hatırlatırken, yaşanılan dünya çalışmaya yeni anlamlar da yükleyebilmektedir. Çalışmanın günümüzde mutlaka bir ücret ya da kazanç getirmesi düşüncesi “ücretsiz” çalışan kimseleri istihdam dünyasının dışında tutmaktadır. Çalışmasının karşılığında herhangi bir ücret almayan kimseler; ev işleri, çocuk, yaşlı veya engelli bakımı gibi ücretsiz işleri gerçekleştirenlerin çalışma hayatının dışında kabul edilmesi değişimin toplumsal boyutunda önemli sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Günümüz dünyasında çalışma hayatı sadece üretmek ve maddi karşılığa indirgenmişken, teknolojik gelişmeler ve farklı çalışma şekilleri bütün istihdam düşüncesinin yeniden düzenlenmesi zorunluluğunu da doğurmaktadır. Emeğin yaşadığı dönüşümü sadece teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan yeni çalışma biçimlerine indirgememek gerekmektedir. Çalışma hayatında yaşanan değişim devletin yapısı ve işlevlerini de yeniden tanımlamış; ekonomik faaliyetler özel sektörün önünün açılmasına, böylece çalışma hayatının esneklik zemini üzerine inşa edilmesine yol açmıştır.

Esneklik; işletmenin ve çalışanların iş çevresine etkili bir şekilde uyum sağlama yeteneği olarak (MESS, 2002) tanımlanırken, organizasyonun yapısından daha çok emek faktörünün durumu ve uyumu ön planda olmaktadır. Çünkü esneklikle birlikte kabul edilen aslında güvencesizlik olmaktadır. Çalışma kavramının çerçevesi içerisinde tartışılan, çalışmanın ceza olması ve tarihî süreç içerisinde sadece kölelerin çalıştırılması, çalışmanın özgür insanlar arasında utanç verici faaliyet olarak kabul edilmesi, kölelik ve çalışma arasında tarihsel bir bağ olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Günümüzde güvencesiz çalıştırma yöntemlerinin maliyet unsuru açısından geçmişte kölelerin çalıştırılma mantığını hatırlattığı da unutulmamalıdır. Bugüne gelindiğinde küresel çapta çalışma hayatının önemli sorunlarının başında güvencesizliğin gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bir girdap olarak da tanımlanabilen güvencesiz çalışma, her geçen gün büyüyerek yaygınlığını artırmaktadır.

 

Prekarya Kavramı ve Temel Özellikleri

Neoliberal dönemin, çalışma hayatına ve çalışanlara verdiği en büyük zararlardan biri de güvencesiz bir çalışma düzeni inşa etmesidir. Çalışanlar emniyetsiz, belirsiz ve kırılgan koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar. Çalışma ilişkileri içerisinde ücretler ne yazık ki kesinti yapılabilecek en önemli maliyet kalemidir ve akla ilk gelen de ücret üzerinden tasarruf etmektir. Her çalışma şeklinin ücret olarak belli bir standartta olması beklenirken bu standart, esnek çalışma biçimleri ile tamamen ortadan kaldırılmakta, kuralsızlığın ve düşük ücretlerin kurumsallaşması, çalışanların pazarlık ve mücadele güçlerine de darbe vurmaktadır. Çalışanların düşük ücretlerle çalışmaya zorlanması onların yaşam kalitelerini düşürmekte, kötü koşullarda yaşamalarına ve sağlıklı beslenememelerine neden olmaktadır. Ayrıca güvencesizlik, çalışanların ruh halini de etkilemektedir. Özellikle değersizlik hissi çalışanların yaşadığı en önemli psikolojik sorunların başında gelmektedir.

Bununla birlikte çalışma hayatındaki olumsuzluklardan sadece çalışan etkilenmez. Çalışanın da bir ailesi ve dolayısıyla içinde yaşadığı bir toplum bulunmaktadır. Çalışma hayatında yaşanılacak herhangi bir olumsuzluk, dolaylı yollardan bütün toplumu da etkisi altına alacaktır. Güvencesizliğin kavramsal olarak çerçevesi ise son dönemlerde Guy Standing tarafından yeniden tartışmaya açılmıştır. Esnekliğin, çalışanları sistematik olarak daha güvencesiz bir hale getirdiğini iddia eden Standing, prekarya kavramını “precarious (güvencesiz)” sıfatı ile “proletariat (proletarya)” isminin birleştirilmesi ile elde ediyordu (Standing, 2020). Yine Standing, prekarya ile bir işçi sınıfını veya proletaryanın bir parçasını değil, bütün bir toplumsal eşitsizliğe vurgu yapıyordu. Çünkü bahsi geçen eşitsizliklerin klasik sınıf yapıları ile açıklanamayacak kadar kompleks ve günün toplum düzeniyle doğrudan ilgili olduğunu iddia ediyordu. Aslında prekarya, zihni özgürlükle birlikte güvencesiz çalışmaya karşı ortak bir bilinç durumunu ifade etmektedir. Bir örnek olarak bu ortak bilinç, Japonya’da prekarya kavramının “çalışan yoksullar” ile eş anlamlı olarak kullanılmasına yol açmaktadır. Küresel rekabet dünyası, verimliliği esnek çalışma modellerine indirgemişken güvencesiz çalışma, sistemin teminatı olarak varlığını sürdürmektedir. Çalışanların güvencesizliği ise sadece iş yerlerinde değil sosyal hayatlarında da kendisini göstermektedir. Emeğin son bulması nihayetinde işverenin keyfî tutumuna bağlı iken, güvencesiz çalışmak bir başkasının iradesine bağlı kalmakla eş değer olmaktadır. Dolayısıyla başta ücretler olmak üzere emeğin bütün maddi ve sosyal imkanları güvencesizliğin girdabı içerisinde payına düşeni almaktadır. Güvencesizlik, ücret ya da gelirin düzeyiyle meydana gelmez. İhtiyaç zamanlarında yakın çevreden dahi destek görülememesi, sosyal imkân ve kazançların garanti altında olmaması ile özel birikim sahibi olunmaması durumunda ortaya çıkmaktadır. Bu durum ister istemez bir kimliğe dönüşmektedir. Güvencesiz çalışma, çalışanın karakter ve kimliğini de böylece doğrudan etkilemektedir. Standing’in prekaryayı “yeni tehlikeli sınıf” olarak nitelendirmesi, güvencesizliğin kimliğe olan bu yansımasına dayanmaktadır. Güvencesizlik, sosyal hayatta belirsizlik olarak karşılık bulmakta ve insan, kendisini tanımlarken bu eksikliği iliklerine kadar hissetmektedir. Böylece çalışan, başta çalıştığı kurumla sonrasında da içinde yaşadığı toplumla aidiyet bağları geliştirememektedir. Böylece insan içinde yaşadığı topluma karşı yabancılaşmaya başlamaktadır. Güvencesizlik, içerisinde barındırdığı düzensizlik ile birlikte çalışanın aidiyet fikrini azaltırken ve kendi geçmişiyle bağına zarar verirken; bu durum, büyük ölçekte toplumsal hafızanın etkilenmesine de yol açmaktadır. Prekaryanın nüfuz alanına bakıldığında büyük ölçekte bu sorunun çözümüne yönelik ipuçları da bulunacaktır. Standing, kavramın nüfuzunu üçlü sacayağı üzerinden takip etmektedir. İlk ayak, işçileri; ikinci ayak, kısmi yurttaşlar ile göçmenleri; üçüncü ayak ise ne yazık ki güvencesizliğin girdabına çok hızlı dahil olan eğitimli insanları kapsamaktadır. Bir insan, prekarya sınıfına dahil olduğunda gelecekle ilgili hayal kurma isteğiyle beraber kariyer ve mesleki aidiyetini de kaybetmektedir.

Prekarya kavramsal olarak görece yeni olsa da kökü ne yazık ki yeni değildir. Güvencesizlik olgusu, tarihin birçok dönüm noktasında kendisini göstermekte; sadece modern çalışma hayatının sorunu olarak kendisine yer edinmemektedir. Muhteva bakımından kendisine oldukça geniş karşılık bulan kavram, günümüzde modern insanın işiyle ve hayatla kurduğu ilişkiye indirgenmiştir. Halbuki çalışma hayatında karşılaşılan bütün yapısal değişimler, istihdam dünyasında emeğe karşı var olan bakış ve rekabet şartları içerisinde bireyin insan kalabilmek adına katlandığı birçok zorluk, güvencesizliğin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. Standing’in çalışma hayatının bütün aktörlerini dahil ettiği prekarya sınıfı (2020: 107), yapısal olarak varlığını sürdürebildiği gibi geçici veya anlık durumlarda da kendisini gösterebilmektedir. Bu durum modern insanın gerçekte iş ve çalışmayla kurduğu ilişki biçiminden kaynaklanmaktadır ve yine unutulmamalıdır ki güvencesizlik olgusu, çalışma hayatı ile sınırlandırılırsa eksik anlaşılacaktır. Geçmişte birey, sosyal veya ekonomik olaylara karşı ailesini, akraba veya hemşehrilerini veya içinde bulunduğu sosyal ağları güvence olarak görüyordu. Fakat bu güvencelerin anlık gelişebilecek olay veya durumlar karşısında yok olabileceklerinin de farkındaydı. Bu duruma hazırlıklı olmayanların yaşadıkları güvencesizlik hâli bireysel sonlarını hazırlayabiliyorken, hazırlıklı olanlar bu cendereden daha güvenli çıkabiliyorlardı. Doğal bir afet sonrası yaşanılan ölüm veya ekonomik kayıplara karşı hazırlıksız olan bireyin yaşadığı güvencesizlik, kişiyi böyle bir yıkıma götürebiliyordu. Herhangi bir kriz sonrası ortaya çıkabilecek bu insani durumun günümüzde de elbette karşılıkları olmaktadır. Yine Standing’in ifadesiyle bugün pek çok ülkede yetişkin nüfusun dörtte birinin prekarya sınıfına dahil olduğu düşünülmektedir (2020: 48). Bir olgunun toplumsal sorun haline gelmesi, etki ettiği birey sayısıyla doğru orantılı olarak gelişmektedir. Dolayısıyla güvencesizlik hâl ve düşüncesinin etkilediği birey sayısı arttıkça bu problem artık toplumun sorunu haline gelecektir. Güvencesizliğin, belirsizlik şeklinde de karşılık bulduğu prekarya düşüncesi, toplumsal varoluş kaygılarına dikkat çekmesi açısından da önemlidir. Prekaryanın temel özellikleri arasında, bireyin içinde yaşadığı küçük gruplar ve toplumsal yapı içerisinde kendisine yer bulamaması, aidiyet duygusunu kaybetmesi ve köklerinden uzaklaşması da yer almaktadır. Her zaman toplum bireyi dönüştürmez, bazı dönüşümlerin harekete geçireni de birey olmaktadır. Dolayısıyla çalışma düşüncesine bakış, bireyin topluma ve içinde yaşadığı zamana karşı bakışını da etkileyecektir.

Prekarya ordusunun ulaşmak için mücadele verdiği refah düzeyi; tam istihdamı ve çalışma hayatının bütün aktörleri için birtakım avantajları temsil etmektedir. Buna karşın günümüz çalışma hayatı ise esnek çalışma modellerini, düşük ücretleri ve nihayetinde güvencesizliğin prekarya olarak karşılık bulmasına yol açmaktadır. Bu kısır döngü içerisinde birey, geleceği bulanıklaştırılan bir hayata yönelik beklentiler içinde bir başına kalmaktadır. Belirli bir refah düzeyi için çalışan birey, bu beklentisine ulaşabilmek için kimlik ve karakterinden tavizler vererek, içerisine girmemek için çabaladığı prekarya ordusunun her geçen gün gücüne güç katmaya devam etmektedir. Güvencesizliklerle birlikte gelen yoksunluğun, modern çalışma hayatının doğal rutini olduğu kabulü, bugün ülkemiz için de geçerli olmaktadır. Taşeron çalışma, mevsimlik işçi, ücretli öğretmenlik, belirli süreli sözleşmeli çalışma gibi istihdam biçimleri, gerçekte güvencesizliğin birer sonucu olmaktadır (Göztepe, 2012: 31). Böylece prekarya ordusu günden güne büyümektedir.

 

Çalışmayı İcat Eden İnsan: Güvencesiz İnsanı

İcat Eden Çalışma

Çalışmayı insanlık tarihi ile bir tutan yoruma göre (Grint, 1998: 6.), günümüz kapitalist düşünce sistemi içerisinde bireyin sosyal hayatı ve çalışma dünyası bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Her olgu gibi çalışma olgusu da önemli dönüşümlerden geçmiştir. Sosyal politikanın kendisine milat olarak belirlediği Sanayi Devrimi sonrasında çalışma kavramına olan bakış ve çalışmadan beklentiler de önemli değişimler yaşamıştır. Sanayi Devrimi öncesi birey hayati ihtiyaçlarını karşılamak için çalışıyorken, sonrasında bir kurum çatısı altında düzenli olarak istihdam edilme ve emeğinin karşılığı olarak ücret alma şeklinde çalışmaya başlamıştır (Ören ve Yüksel, 2012: 37). Günümüz dünyasında bireyin çalışan olarak tanımlanması için herhangi bir sosyal güvenlik sistemine kayıtlı olması gerekmektedir. Çünkü kapitalist sistem, üretim karşılığında bireyin ücret almasını ve bu alışverişin düzenli ve sürekli olmasını istemektedir. Böylece çalışmak eşittir ücret (para) dengesi ortaya çıkmıştır. Çalışmanın paraya indirgenmesi, çalışmanın toplumsal boyutunu göz ardı etmeyi de beraberinde getirmiştir. Halbuki etimoloji ilmi, çalışma olgusunu “acı, yorgunluk ve zahmet” (Lordoğlu vd. 1999: 1) gibi bireyin zihin dünyasında olumsuz karşılıklar bulan imajlarla tanımlamaktadır. Bireyin, günümüz çalışma hayatı içerisinde emeğini sunarken birtakım zahmetlere katlanması, bu tanımı haklı çıkarmaktadır. Geçmişte sınırlı haklara sahip köleler gibi büyük fedakarlıklarla küçük kazanımlar elde eden ve bu kazanımları, artı hanesine büyük birer marifet gibi yazdıran modern insan, ömür boyu çalışmasının karşılığında hayatı bağışlanan bir mağluptan öteye gidememektedir (Baudrillard, 2016: 79). Çalışmanın parayla ilgili bir şey olmaktan daha çok sistemin insanı nasıl gördüğüyle ilgili olduğu gerçeği kabul edildiğinde, günümüz çalışma hayatı da şüphesiz daha anlaşılır olmaya başlayacaktır. Bu konu aslında “kazanmak” için insanın nasıl davrandığının hikayesidir. Yani insan kazanımları için ne yapmakta veya nelerden vazgeçmektedir?

Bugün çalışma hayatı süreklilik ve verimlilik olguları etrafında yeniden şekillenmektedir. Çalışma durmaksızın devam ettiği müddetçe kapitalist düzen, devamlılığını sağlamaktadır. Teknolojik icatlar, iletişim ve ulaşım imkanlarının yüksek hızda gelişimi, insan hayatını kolaylaştırdığı iddia edilen yenilikler, hepsi ekonomik olduğu kadar sosyal olan bu düzenin devam etmesi halinde güncelliğini korumaktadır. Böylece modern insan, yaşadığı konfor düzenini ve imkanlarını kendisine sağlayanın, işi olduğu yanılgısına düşerek işini kaybettiğinde her şeyini kaybedeceği düşüncesinin esiri olmaktadır. Bourdieu bu durumu “korkunun yapısal şiddeti” kavramsallaştırmasıyla açıklamakta ve hegemonyanın yeni bir türü olarak ifade etmektedir (Bourdieu, 2006: 84). Çalışmanın yaşadığımız dünyada evrensel bir değer haline geldiğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bugün çalışmak, yaşamak anlamına gelmektedir. Öyle ki bu iç içe geçmişlik çalışma olgusu sorgulandığında bizatihi yaşamın kendisinin sorgulanması şeklinde anlaşılmaktadır. Bu anlayışın temelinde çalışmak için yaşamak düşüncesi yer almaktadır. Halbuki insan yaşamak için çalışmaktaydı.

Çalışmak, diğer toplumsal olgular gibi bir kurgunun sonucudur. Ekonomik ve sosyal ilişkilerin devamı için geçerli olan bu kurgu, toplumsal huzurun da temelini oluşturmaktaydı. Fakat günümüz dünyası için bu kurgu kökten değişimleri zorunlu hale getirmektedir. Günümüz çalışma hayatı, çalışanlarının (kölelerinin) her an her yerde hazır olmasını isteyerek sosyal kurgunun önemli değişimler yaşamasına zemin hazırlamaktadır. Çalışanlar da işleri etrafında bir dünya kurarak hayatlarını bu dünyaya göre idame ettirmektedirler. Esnek çalışma saatleri, bireyin kendisine ve sosyal hayatına daha fazla zaman ayırması şeklinde pazarlanırken, belirli bir mesai içinde çalışmanın ötesine geçerek günün her anında çalışmayı gerekli kılmaktadır. İletişim imkanlarının gelişmesiyle birlikte çalışmaya her an hazır olma durumu mümkün hale gelmektedir. Akıllı telefonlar ve dizüstü bilgisayarlarla her an ulaşılabilir olmak çalışmanın sosyal hayatımıza dahil olmasını kolaylaştırmaktadır (Fleming, 2020: 9). Böylece sömürü, çalışma olgusu içerisinde daha görünür olmakta ve bu, bir “hayat tarzı” hâline gelmektedir. Bugünün dünyasında çalışmanın hayatta kalmak için olmadığı böylece ayırt edici olmaktadır. Hayatta kalmaktan daha çok hayattaki konfor alanı içinde kalmak isteyen çalışan, kapitalist düzen içerisinde tüketim çılgınlığına da ister istemez kapı aralamaktadır. Bu kadar çok çalışan kişinin temel tüketim maddelerine ek olarak, birtakım lüks tüketim ihtiyaçları (!) da mevcuttur. Bu tüketim düzeyine erişebilmek için daha çok çalışması, sistemin çarkları içerisinde daha fazla bulunması gerekmektedir. Mesai saatleri sonrasında ek işler, ek gelirler elde edilmesi, bunun için durmadan hem kendisini geliştirmesi hem de para kazanmaya devam etmesi gerekmektedir. Para kazanmak borçlanmayı da beraberinde getirebilir, bu durumun önemi yoktur. Birey serbest çalışan (freelance) olarak ifade edilen işlerle daha yüksek gelirler elde edebilmeyi umarak bahsi geçen düzenin parçası olmaya böylece gönüllü olmaktadır. Bu gönüllülük ise beraberinde güvencesiz çalışma düzenini getirmektedir. Prekarya ordusu içerisine dahil olan çalışan, daha fazla gelir elde etme isteğiyle ek işlere sıkı sıkıya tutunmaya, durmadan çalışmaya ve üretmeye devam etmektedir. Durmadan çalışmak, olumlu çağrışımlara sahip olsa da insanın sosyal hayattan kopmasına da neden olmaktadır. İnsanın, insan olarak yapması gereken bu dünyaya gelme sebepleri olduğu düşüncesi de unutulmadan çalışmanın insan hayatında nerede konumlandığı yeniden düşünülmelidir.

 

Prekarya Ordusunun Vazgeçilmez Erleri: Göçmenler

Prekarya olarak tanımlanan emeğin güvencesizliği ile sermayenin emek üzerindeki yarı sömürge anlayışı doğru orantılı olarak çalışma hayatında ilişkisini korumaktadır. Çalışanlar üzerindeki sömürü arttıkça, çalışma koşulları olumsuz anlamda dönüşmektedir. Bu durumda öncelikle ücret ve iş güvencesi ortadan kalkacak, sonrasında da güvenli istihdam yöntemleri değişecek böylece emeğin prekaryalaşma süreci tamamlanacaktır.

Günümüz dünyasında birçok farklı bağlamda kendilerine yer bulan göçmenler, emeğin prekaryalaşması konusunda da başrol oynamaktadırlar. Alex Foti, güvencesizlik evrenini göçmenler ile başlatmaktadır (Foti, 2017: 35). Standing ise bu grubu kapitalizmin hafif piyadeleri olarak tanımlamaktadır (Standing, 2020: 192). Tekrar vurgulamak gerekmektedir ki “güvencesiz” çalışmak, prekarya göstergelerinin başında gelmektedir. Nedeni ne olursa olsun bir yerden başka bir yere göç eden kimseler için hayat, dezavantajlarla devam etmektedir. Daha iyi şartlarda hayatlarını devam ettirmeyi amaçlayan göçmenlerin geldikleri ülkelerde geçici veya kalıcı güvencesiz istihdam şekillerinin olumsuz sonuçlarından en fazla etkilenen grup oldukları (Standing, 2020: 155) yadsınamaz bir gerçekliktir. İş gücü içerisinde oldukça sınırlı pazarlık gücüne sahip olan göçmenler, güvencesizliği sosyal hayatlarında da hissetmektedirler. Aile ve geçmişlerinden ayrılarak, yani köklerinden koparak, yeni bir hayata başlayan göçmenler uzmanı oldukları mesleklerinde bile neredeyse yeniden başlama noktasına inmekte, eğer mümkün olursa böylece bir kariyer kurabilmektedirler. Göçmenler elbette kariyer fırsatları ve imkanlarından diğer çalışanlara nazaran görece yararlanabilmektedirler. Göçmen sınıfında beyin göçü ile göç hareketleri içerisine dahil olan belirli meslek erbapları hariç tutulduğunda prekarya sınıfına dahil olmamak şanslı azınlığın içerisinde yer almak anlamına gelmektedir. Güvencesiz çalışma, işveren açısından emek faktörüne yaptığı ödemenin minimal seviyelerde kalması anlamına gelmektedir. Sermaye, olguya kâr ekseninden yaklaşmakta ve emeği tüketimin ilk basamağı, sonsuz üretim-tüketim döngüsünün olmazsa olmazı olarak görmektedir. Kimin prekarya sınıfına dahil olduğu bu anlamda önemli görülmemekte, ucuz iş gücüne her zaman kapı açılmaktadır. Ucuz iş gücü kimi zaman stajyerler, kimi zaman öğrenciler veya yeni mezunlar, bazı durumlarda kadınlar fakat çoğunlukla göçmenler olarak kimlik kazanmaktadır. Bu gruplar iş gücünden ayrıldıklarında veya kariyer basamaklarında yükseldiklerinde yerlerine yeni kimseler katılıyorsa sistem açısından sorun olmamakta, fakat bu eksikliğin yeri doldurulmuyorsa çarklar sorunsuz dönmemeye başlamaktadır.

Türkiye’de göçmen denilince akla ilk gelen grup geçici koruma altındaki Suriyeliler olmaktadır. Güvencesiz çalışmanın her türlüsünü tecrübe eden ve tartışmaların merkezinde yer alan bu grup özellikle yaşanan son siyasi ve askerî gelişmeler sonucunda ülkelerine geri dönecekleri yönündeki beklenti ve isteklerle birlikte yeni tartışmalara da mahal vermektedir. Türkiye’de yeni prekarya sınıfının Suriyeliler olduğu (Şahankaya Adar, 2018) tartışmaları, ülkelerine geri döndüklerinde ekonomik yapıda ortaya çıkabilecek boşluğun ne şekilde doldurulacağı sorusunu da gündeme getirmektedir. Bu soruya henüz ikna edici bir cevap verilmemekle birlikte böyle bir planlama yapılmadığı da emek piyasalarının en önemli sorunu olarak tartışmalardaki yerini almaktadır. 2011 yılı itibariyle başlayan göç hareketleri, bugüne gelindiğinde Suriyelileri ekonomik anlamda iş gücü piyasamızın önemli dinamiklerinden biri haline getirmiştir. İş gücü piyasalarında çalışma koşullarını etkileyen bu durum sadece ülkemize özgü bir gerçeklik de değildir. Göçmen emeğinin kapitalizmle olan yakın ve etkili ilişkisi tarihte sıklıkla karşılaşılan bir gerçekliktir. Sanayileşme süreçlerini geliştiren ülkelerin göçmen emeği ile küresel kapitalizmin gelişmesine can suyu olduğu ve sistemin güçlenmesinin asli unsuru olduğunun tarihte birçok örneğine rastlanmaktadır. Esnek çalışma ile güncelliğini koruyan kapitalist sistem, göçmen emeği ve sömürüsü ile yükselişini devam ettirmektedir. Göçmen emeğinin sisteme dahil olması ile yedek iş gücü ordu genişlemekte, böylece sistemin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücü her an sisteme dahil olabilmek adına hazır beklemektedir. Hayatlarını idame ettirebilmek için asgari yaşam koşullarına ihtiyaç duyan, dolayısıyla ne olursa olsun çalışmak zorunda olan göçmen prekaryalar, iş gücü piyasaları için potansiyel çalışanlar olarak, yedek iş gücü havuzunu beslemektedirler. Düşük ücretlerin yanı sıra kontrol edilebilme bağlamında da önemli kolaylıklara (!) sahip olan göçmenler, kayıt dışı istihdam edildiklerinde kolaylıkla işten çıkarılmaktadırlar. Böylece işverenin mutlak otoritesi diğer çalışanlar ve potansiyel adaylar üzerinde artarak devam etmektedir. Göçmenlerin olumsuz koşullarda çalışmaya zorlanmaları gerçekte iş gücü piyasasının ortalama çalışma koşullarını da aşağıya doğru çeken önemli bir etki oluşturmaktadır. Bu etkinin sonucu olarak yerli prekaryanın ortalama veya ortalama altı olan çalışma şartları da giderek düşmekte, bu durum iki grup arasında sosyal problemlerin doğmasına da neden olmaktadır. Yine Suriyeliler örneği üzerinden göçmen karşıtlığı şeklinde ortaya çıkan problemlerin temelinde ekonomik gerekçelerin yattığı görülmektedir. Prekarya ordusu düşen sosyal güvenceler ve asgariye inen hayat standartları için birbirini suçlarken, piyasaların kalıcı sorunları görmezden gelinmeye başlanmakta, bu sorunlar zamanla kronikleşerek piyasanın doğal akışına dahil olmaktadırlar. Sonrasında ortaya çıkacağı kesin olan sosyal sorunlar için çözüm, göçmenlerin geri gönderilmelerine indirgenecektir.

Bugün Türkiye’nin sadece büyük şehirlerinde değil artık tamamında gözle görülür şekilde yaşanılan ekonomik problemlerinin tek nedene indirgenmesi, diğer nedenlerin sümen altı edilmesine de imkân tanımaktadır. Şirketlerin açıkladıkları yüksek kârlılıkların ülke genelinde bireyin refahına imkân tanımaması, iktisadi açıdan akla uydurulabilirken insani açıdan hiçbir açıklamaya karşılık bulunamamaktadır. Göçmenlere indirgenen problemler aslında bütün iş gücü için geçerliliğini korumaktadır. Düzensiz ve güvencesiz işler, düşük ücretler, her an çalışırken dahi yoksulluk ve yoksunluk girdabına sürüklenen çalışanlar, gelişmiş dünyanın en önemli tarihî sorununu yaşamaktadır: Hayatta kalabilmek için çalışmak.

 

Kaynakça

BAUDRILLARD, J. (2016). Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

BOURDIEU, P. (2006). Karşı ateşler (Çev. H. Yüksel). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

ESED, M. (2004). Kur’an Mesajı (Çev. C. Koytak ve A. Ertürk). İstanbul: İşaret Yayınları.

FLEMING, P. (2020). Çalışmanın Mitolojisi, Kapitalizm Kendine Rağmen Nasıl Ayakta Kalıyor? (Çev. Ebru Kılıç). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. 

FOTI, A. (2017). General theory of the precariat: great recession, revolution, reaction. Institute of Network Cultures.

GÖZTEPE, Ö. (2012). “Yeni Dönemin Satırbaşları” (Ed. Ö. Göztepe). Güvencesizleştirme: Süreç, yanılgı, olanak içinde (s. 15-60), Ankara: NotaBene Yayınları.

GRINT, K. (1998). Çalışma Sosyolojisi. İstanbul: Alfa Yayınları.

LORDOĞLU, K., Özkaplan, N. ve Törüner, M. (1999). Çalışma İktisadı. İstanbul: Beta Yayınları.

MESS, (2002). Çalışma Sürelerinde Esneklik. İstanbul: MESS, Yayın No:378.

ÖREN, K. ve Yüksel, H. (2012). “Geçmişten Günümüze Çalışma Hayatı”, HAK-İŞ Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi, 1(1), ss. 34-59.

STANDING, G. (2020). Prekarya (Çev. E. Bulut). İstanbul: İletişim Yayınları.

ŞAHANKAYA ADAR, A. (2018). “Türkiye’de Yeni Prekarya Suriyeli İşgücü mü?”, Çalışma ve Toplum, 1(56), ss. 13-36.