“evlad-ı fatihan için tutarlı bir bilinç geliştirilmeli”
Her göç hikâyesi içinde büyük bir trajediyi barındırır. Bizim için ise Balkan Göçleri tarifi mümkün olmayan acılar içerir. 19. yüzyılda başlayan isyanlarla birlikte Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar ya katledildiler ya da Anadolu’ya göç etmek zorunda bırakıldılar. 1912’de başlayan Balkan Harbi ile de Balkanlardaki Osmanlı nüfusu büyük oranda atıldı. Son dönem Osmanlı tarihinin en büyük trajedilerinden biri olan Balkan Göçleri üzerine Doç. Dr. Hasip Saygılı ile konuştuk.
Balkan göçleri deyince Osmanlı’nın son dönemindeki savaşlar ve hesaplaşmalar aklımıza geliyor. Kaybettiğimiz topraklarda yaşanan kıyım ve zulmün sınır dışına ittiği kardeşlerimizin gözü yaşlı halleri geliyor hatırımıza. Balkan göçleri deyince aslında ne anlamalıyız?
Kaybettiğimiz toprakları ve bunun hikâyesini anlamalıyız. Rumeli’den göçler, Türkler ve diğer umum Müslümanlar için Osmanlı sonrası kurulan rejimlerden canını, şeref ve namusunu kurtarma girişimleridir. Daha acısı Rumeli’yi terk eden kitlelerin bir kısmı Kırım’dan bir kısmı Kafkasya’dan bölgeye yerleştirilmiş eski muhaceretzedeler idi. Beş asırlık en verimli ve mamur vatan parçamızın silahla savunulamamasının yarattığı mecburi çıkıştır göçler. Belki şunu söylemek gerekir. Askerimizin çekildiği, bayrağımızın indiği toprakları süratle terk ediyoruz. 2000 sene kadar vatansız yaşamış İsrailoğullarının gösterdiği millet olarak erimeme sebatı, maalesef bizde yoktur.
Balkan göçlerinin sadece Balkanlardan değil aynı zamanda Kafkaslar ve Kırım’dan yapılan göçleri de kapsadığını ifade ediyorsunuz. Bu coğrafyalardan Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle yapılan zorunlu göçlerin yanı sıra gönüllü göçler olduğunu da biliyoruz. Bu göçleri etkileyen temel dinamiklerden bahseder misiniz?
Silah tehdidi dışındaki diğer sebeplerin başında kendi inanç ve değerlerini artık askerin ve bayrağın olmadığı coğrafyada yaşamanın mümkün olmadığını gören insanlarımızın gözünde göç dışında bir çıkış yolu maalesef bulunamamıştır. Topraklarına el konulan, iş hayatında tutunmasına fırsat verilmeyen, tebaası olduğu rejimler tarafından sürekli hak kaybına uğratılan bir kitleden bahsediyoruz. Ama dinle ilgili hassasiyetlerin önde geldiğini kabul etmeliyiz. 103 yıl önce bugünkü Kosova’nın Mitroviçe şehrinde Müslüman eşrafın başta müftü ve diğer din hizmetlilerinin kiliselerde Sırp ordusunun zaferi için dua etmeye zorlandıkları hatta Müslümanlardan Sırp ordusuna gönüllü toplandığını biliyoruz. “Sırbistan gibi ecnebi bir hükümete muavenet etmek mugayir-i diyanettir.” diyebilen Hafız Arif Efendi’nin, imam olduğu cami içinde süngülerle doğrandığını da arşiv evrakı söylüyor.
Kendi beka kaygısını iliklerine kadar hisseden Osmanlı’nın, artık siyasi hudutlarının dışında bıraktığı canlı parçaları için uygulanabilir siyasetler geliştirmekten uzak olduğuna da işaret etmeliyiz. Hudutlarımız dışında bıraktığımız Müslümanların hukuku da antlaşmalarla teminat altına alınmaya çalışıldıysa da yaptırım gücünden yoksun kalan devletimiz, Müslüman ahaliye kapıyı açma dışında bir yol gösteremedi.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin Göç sayısında...