"Hür tefekkürün bozkırı” Düşünce Dergisi’nin 14. sayısında sadece ekonomimizi değil, gündelik hayatımızın en sıradan anını bile kuşatan bir olgu olan piyasayı ve piyasalaşma sürecini ele alıyoruz. Böylesi bir meselenin ardına düşmek, öte yandan Yaşar Erdinç gibi bilge bir ekonomisti de hayırla yad etme imkânı tanıyor. Bu anlamda elinizdeki sayıda Yaşar Erdinç’e dair bir yazıyı, Yaşar Erdinç’in eski bir yazısını, bir kitabına yazılmış değerlendirmeyi, dostlarıyla yapılmış röportajları ve onu dinleyen, okuyan öğrencilerinin yazılarını bulacaksınız. Öte yandan elinizdeki sayı gerek piyasa olgusunu gerekse piyasalaşma sürecini tarihsel, politik, jeo-stratejik, ekonomik, sosyolojik ve dinî yanlarıyla ele alırken bu olgu ve süreçlerin yine edebiyat, sinema, eğitim, din vb. başka olgularla iç içe geçişini irdeliyor.
Piyasa her ne kadar pazarın karşılığı olarak kullanılıyorsa da kadim bir alışveriş alanı olan pazar ile piyasanın ve işleyişinin modern karakterini nitelemek adına sayıda piyasa kavramının peşinden gitmeyi uygun gördük. Ancak piyasa ve pazar arasında Hasan Fatih Yılmaz’ın Piyasanın Karşıtı Pazar başlığını taşıyan kitabındaki gibi aşırıya giderek bu ikisini birbirinin zıttı gibi göstermek amacında da değiliz. Nitekim kadim bir alışveriş alanı olarak pazar(lar) ile bu sayıya konu edilen piyasa(lar) arasında farklılıklar olduğu kadar benzerlikler de söz konusu. Üstelik piyasaya karşı konumlandırılmaya çalışılan pazara atfedilen moral niteliklerin bir kısmının piyasada da cari olduğu oldukça somut örneklerle açıklanabileceği gibi piyasada olduğu varsayılan yozlaştırıcı örüntülerin pazarda daha belirgin bir şekilde işler olduğu da yine örneklendirilebilir. Öte yandan sayıda meta mübadelesinin yegane ve kaçınılmaz bir alışveriş biçimi olduğu önermesinde de bulunmak amacında değiliz. Nitekim antropoloji ve arkeolojinin önemli isimlerinin de işaret ettiği üzere pazar ve piyasada temayüz eden meta mübadelesinin ötesinde mübadele biçimlerini “taş devri ekonomisi” yahut armağan ekonomilerinde görmek mümkün. Aynı şekilde meta mübadelesinin bir sonraki aşaması olabilecek soldan ve sağdan alternatif önerilerinin varlığını teslim etmekle birlikte bu alternatiflerin bir incelemesine de girişmek bir sayının hacmini aşacak külfetli bir işi sırtlanmak demek olacaktı. Bu nedenlerle sayıda piyasanın erken modern dönemde aldığı görünüm, geçirdiği dönüşümler ve halka halka toplumsal hayatın kılcallarına nüfuz etme hikayesini ele almayı tercih ettik.
Piyasaya dair modern anlatının başlangıç noktası bir İskoç ahlâk felsefecisi Adam Smith’i işaret eder. Smith, insanların meta mübadelesi yapma yönünde doğal bir iştiyakları olduğu, artan iş bölümünün kaynağının da bu iştiyak olduğu ve dolayısıyla da piyasanın kaçınılmaz bir olgu olduğu kanaatindedir. Nitekim bizler sabah kahvaltımızın olmazsa olmazı ekmeği fırıncının alicenaplığına değil, kendi çıkarının peşinde koşmasını sağlayan bencilliğine borçluyuzdur. Her ne kadar bir ahlâk felsefecisi olsa da ve her ne kadar ekonomi-politiğin politik ve toplumsal karakterine işaret eden tespitleri varsa da Smith’in meşhur eseri, ekonomiyi toplumsal ve politik çerçevesinden yalıtan ve kendi kuralları ile işleyen bir piyasa tasavvurunu vaz eden bir eser olarak anılacaktır. Öte yandan Adam Smith ve açtığı kapıdan girip ekonomiyi bir disiplin olarak kurucu çalışmalar yapan diğer Britanyalılar David Ricardo ve John Stuart Mill de piyasayı ve piyasanın merkezine de çıkarı koyan bir ekonomi tasavvuruna sahiptir. Yine bu üç ismin ve hatta onlara radikal bir eleştiri getiren Karl Marx’ın ortak noktası şeylerin değerini belirlemede işe koştukları “emek değer” kavramıdır. Buna göre bir şeyin kullanım değeri bir yana onları piyasada mübadeleye konu eden, o şeye içkin değişim değeridir. Değişim değeri ile kullanım değerinin çakışması ise meta mübadelesini mümkün kılmaktadır. Şöyle ki bir kişinin bir şeyi satın almak istemesi, o şeyin kullanım değerinden istifade etmek yani tüketmek amacıyladır. Öte yandan o şeyi satan kişi ise bu satışta o şeyin değişim değerine yaslanarak bir karşılık almayı (takas yahut para) ve bu sayede arzuladığı şeyin kullanım değerine ulaşmayı amaçlamaktadır. İşte meta mübadelesinde kullanım ve değişim değerleri arasındaki bu çetrefilli ilişkiyi çözümlemek adına o şeyin gerçek değerini belirlemede tüketim veya mübadele anlarındaki değerine değil üretimi için gerekli olan soyut birim emek zamana bakmak gerektiği ortaya konur. Bu bize emek değeri vermektedir. Ancak emeğin şeylerin değeri ve piyasanın işeyiş mekanizmasına bu dahli, Marks’ın kuramında da görüleceği üzere bir “artı-değer” üretimi düşüncesine, artı-değere el koyma ve emeğin sömürüsü düşüncesine ve dolayısıyla da politik ve toplumsal çerçevesinden koparılan piyasanın gerisin geriye politikanın bir mücadele alanı olarak kurulması düşüncesine yol verecektir. Ta ki William Stanley Jevons adlı bir Britanyalı, Leon Walras adlı bir Fransız ve Karl Menger adlı bir Avusturyalı iktisatçının hemen hemen aynı zamanlarda ve fakat birbirlerinden habersiz bir şekilde bugün adına “Marjinal Devrim” dediğimiz düşünceye ulaşana dek.
Her üç iktisatçının şeylerin değeri için kullandıkları kıstas o şeyin son biriminin tüketimi için kişinin vazgeçmeye razı olacağı faydaya, marjinal faydaya gönderme yapmaktadır. Buna göre şeylerin değeri üretimleri için gerekli soyut emek zamana atıfla emek değer değil ve fakat sübjektif bir değere gönderme yapan marjinal faydayla ölçülebilir. Bu bağlamda piyasa aktörlerinin piyasadaki tüm bilgiye sahip oldukları varsayımı ve arz ve talebin daima dengede olacağı önermesi diğer önemli kuramsal açılımlardır. Bu kuramsal açılımlar, Walras’ın ismiyle anılan “genel denge” kuramında somutlaşmakta ve ekonomi ve piyasa biraz da matematik sayesinde toplumsal ve politik bağlamlarından tamamen koparılmaktadır. Her ne kadar Walras’ın genel denge kuramına eleştiri getiren ve genel dengenin imkansız bir soyutlama olduğu ve piyasada ancak kısmî dengenin mümkün olabileceği önermesini getiren bir başka Britanyalı Alfred Marshall piyasalarda var olan enformelliğe işaret etse de piyasa artık toplumsallığın erişemeyeceği bir işleyiş mekanizmasına sahip addedilmektedir. Üstelik yine Marshall, herkesin bir genel piyasada alışveriş yapsa da bazı yerel ve kişisel piyasalara sahip olabileceği iddiasındadır. Piyasada tam bilgiye sahip olunabileceği varsayımına şiddetle karşı çıkan Michael Spence gibiler, piyasa aktörlerinin birbirlerini izleyerek hareket ettikleri ve birbirleri hakkında da kesin bilgiye hiçbir zaman sahip olamayacakları dolayısıyla piyasaya içkin “belirsizlik”ten bahsederler. Daha sonra bu eleştiri, Nobel ödüllü ekonomist Kenneth Arrow’un bilgi asimetrisi yaklaşımına da temel teşkil edecektir. Buna göre piyasada bilgi asimetrik bir şekilde dağılmıştır. Dolayısıyla, piyasa kendini çerçeveleyen politik bağlamdan matematik yardımıyla koparılsa da kendisine içkin politik yapıdan kurtulamamaktadır. Arrow, piyasada asimetrik dağılmış bilgi nedeniyle doğru fiyatlamayı denetlemek üzere piyasa içi ve dışında mekanizmalara ve piyasalara dikkat çekmektedir. Bu nokta, Karl Polanyi adlı bir Macar Yahudisi’nin kendi kurallarıyla işleyen piyasanın ancak mitsel bir kurgu olduğu ve piyasa mekanizmasının işleyebilmek için belirli müdahalelere ihtiyaç duyduğu iddiasını hatırlatır mahiyettedir. İşte ekonomi içinden ve dışından piyasaya dair bu eleştirel yaklaşımlar en uç noktasına “yeni ekonomi sosyolojisi” adı verilen yaklaşımlar bütünü ile ulaşacaktır. Yeni ekonomi sosyolojisi, ekonominin ve piyasanın toplumsal ağlara, kültürel örüntülere ve güç mücadelesi alanlarına gömülü olduğunu söyleyecektir.
Örneğin toplumsal ağların piyasanın işleyişindeki önemine dikkat çeken Harrison White, ekonominin piyasayı yalnızca bir değiş-tokuş alanına indirgediğine ve fakat piyasanın bundan daha fazlası olduğu görüşündedir. White’a göre firmaların hem üretici hem de üretim sürecine girdi olarak soktukları emtiaların tüketicisi olmak bakımından tüketici konumunda oldukları üretici piyasalarında üreticiler birbirlerini izleyerek konumlanmaktadırlar. Aynı şekilde bir başka toplumsal ağ yaklaşımı öneren Mark Granovetter da iş bulma ve iş bağlama süreçlerinde zayıf bağların gücüne dikkat çekerek piyasada iş görmenin ve piyasanın işeyişinin toplumsal ağlara gömülü olduğunu ortaya koyacaktır. Nitekim piyasanın en soyut ve kişisellikten uzak olması gerektiği düşünülen örneği olarak borsalar üzerine yapılan sosyolojik ve antropolojik çalışmalar borsalarda cari toplumsal ağları, kültürel örüntüleri ve politik hiyerarşileri gözler önüne sermektedir. Michel Abolafia, Caitlin Zaloom, Donald A. MacKenzie, Alex Preda, Karin Knorr-Cetina gibi isimlerin çalışmaları neoklasik ekonominin temel varsayımlarına meydan okuyan somut, ampirik örneklerle doludur. Nitekim Friedrich August von Hayek’ten başlayarak Avusturya ekolü iktisatçılarının küreselci, kurumsalcı çizgisi ve Thorstein Veblen’den başlayarak kurumsal iktisat yaklaşımı da piyasanın işleyişine içkin hukuk, kurumlar, örgütler vb. ekonomi dışı etkenlere vurgu yapmaktadır. Gerçekten de ampirik gerçekliğe gittiğimizde piyasaların işleyişinde ahlâkın, kültürün, iktidarın, güvenin, gücün, ilişkilerin bulunduğu hemen göze çarpacaktır. Üstelik bunlar piyasa işleyişini bozan çapaklar olarak değil bizzat piyasanın işleyişini mümkün kılan unsurlardır.
Nitekim anarşist antropolog David Graeber alışveriş merkezi ve süpermarket gibi en kişisellikten uzak olmak üzere tasarlanmış alanlarda bile yapmacık da olsa bir kişisel sıcaklık ve güven verici başka şeylere ihtiyaç duyulduğunu söyler. Graeber, satın alma işleminin prensipte gayri şahsi olduğunu ve bir şey satan yahut satın alan kişinin kimliğinin hiç de önemli olmaması gerektiğini söylese de bu prensibin pratikte geçerliliğini yitirdiğine ve jetonlu bir makineden alışveriş yapılmıyorsa, asgari bir güvenin tesisi adına bir sosyalliğin sergilenmesi gerektiğine dikkat çeker. Gelgelelim bugünün otomatlarının tüketici arayüzünde ve başka birçok unsurunda da satın alma işlemini kişiselleştiren mekanizmaların kurulduğu görülmektedir. Abur cubur almak üzere bozuk para haznesine liraları yuvarladığınız otomat, muhtemelen bir kadın sesi ile sizleri selamlayacak, satın almayı gerçekleştirmek üzere size birkaç küçük talimatta bulunacak (“lütfen ürünü seçiniz”, “ürününüzü alınız” vb.), sürece dair sizi bilgilendirecek (“ürün hazırlanıyor” vb.) ve süreç sonunda sizi uğurlayacaktır (“teşekkür ederiz”). Öte yandan elektronik ticaret portalları, ürün sıralama, sunma ve ayıklamaya yarayan algoritmalarını bilgisayarınıza izninizle yerleştirdiği çerez ve pikseller sayesinde depolayıp işleyebildiği kişisel verilerinizle harmanlayarak size has ürün ve fırsatlar sunacaktır. Haiti pazarlarından, Sefrou’nun panayırlarına, Nijerya ve Filipinler’den bugünün modern mağazalarına dek aşina olduğumuz bu müşteriyi “devamlı müşteri” ve “hatırlı müşteri” kılma pratiği yine piyasa işleyişini olabildiğinde kişisel, kültürel, toplumsal, politik ve ahlâki kılma mekanizmalarından yalnızca bir tanesidir. Son olarak piyasa, onu işler kılan maddi unsurlardan da yalıtık bir işleyişe sahip değildir. Tezgâhtan fiyat etiketine, teraziden yazar kasaya, algoritmalardan çerezlere, iletişim altyapısından alışveriş sepetine, elektronik fon transferlerinden çek-senet destelerine varan birçok maddi aygıt da piyasanın bu girift yapısına katılmaktadır.
Dolayısıyla piyasanın ekonomik, hukuki, toplumsal, kültürel, tarihsel, politik, teknolojik, felsefi, dinî herhangi bir çözümlemesi daima eksik kalmaya mahkumdur. Piyasa olgusunu ve piyasalaşma sürecini anlayabilmenin ve içinde bulunduğumuz hâli anlamlandırabilmenin yolu mümkün olabildiğince farklı cepheden piyasaya bakmak, piyasalaşma sürecini mümkün olduğunda farklı alandan örneklerle çözümlemek ve daima homojen ve tekil bir piyasadan değil ve fakat heterojen ve yayılmış piyasalardan bahsetmekten geçmektedir. Bilge ekonomist merhum Yaşar Erdinç anısına hazırlanan bu sayıda, mümkün olduğunca bu gayeyi gözeten bir içerik oluşturmaya gayret ettik. Zihinlerde bir kıvılcım çakabilmek temennisi ve Yaşar Erdinç hocanın ruhuna Fatiha ricası ile...