“İdeolojik açıdan hiç kimseye su katılmamış bir budala denemeyeceğinin bir kanıtı da ikinci sınıf diye nitelenen insanların aslında ikinci sınıf olmayı öğrenmek zorunda kalmalarıdır. Bir kadın, ya da sömürge tebaası için, yaşamın aşağı bir yaşam biçimi olarak tanımlanması yeterli değildir: aynı zamanda onlara bu tanımın etkili bir şekilde öğretilmesi ve onlardan bazılarının bu süreç içerisinde parlak mezunlar olarak sivrilmesi gerekir.” İdeoloji (Terry Eagleton)
Somut anlamdaki ilk izleri erken Antik Yunan metinlerine kadar sürülebilecek olan Doğu-Batı düalizminin temellendirdiği oryantalizm için kesin bir başlangıç tarihi belirlemek her ne kadar mümkün olmasa da, kavram, 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren kullanılmaya başlanmış; 19. yüzyılda akademik bir disiplin olarak kabul edilmiştir. Batı’nın kendini merkeze alması ve buna karşılık Doğu’yu dışarıda bırakması düşüncesinden hareket eden oryantalizm (Sarı vd., 2019: 303), en basit ve genel anlamıyla doğu insanlarının, dinlerinin, dillerinin ve tarihlerinin incelenmesidir (Germaner ve İnankur, 1989: 9). Oryantalizm kavramını Batı’nın sömürgecilik tarihiyle birlikte Michel Foucault, Antonio Gramsci, Raymond Williams’ın felsefeleri doğrultusunda inceleyen, bu anlamda yapısökümcü bir yaklaşımla oryantalizmin sorunlarını ortaya koyan ve kavram etrafında günümüzde de sürmekte olan geniş eleştirilere ve tartışmalara yön veren Edward Said ise oryantalizmi “Şark ile (çoğu zaman) Garp arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan düşünme biçemi” şeklinde açıklamaktadır (Said, 2017: 12). Bu anlamda oryantalizmin kapsayıcılığına ve sürekli oluşuna dikkat çekerken, öte yandan oryantalizmi Foucault’cu anlamda bilgi-söylem-iktidar ilişkisi doğrultusunda yeniden tanımlayarak, Batı tarafından Doğu hakkında üretilen hegemonyacı oryantalist söylemin, Doğu’yu ideolojik bir biçimde temsil ettiğini ve bu söylemin Doğu’ya yönelik emperyalist çıkarlar için meşru bir alan oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre Batı ile Doğu arasındaki ilişki, “bir iktidar, egemenlik ilişkisidir, derecesi değişen karmaşık bir hâkimiyet ilişkisidir” (Said, 2017: 15).
Oryantalizmin temelinde bulunan merkezleme-dışlama pratiği ile onun politik ifadesini oluşturan Doğu(lu) kimlik, başka bir ifadeyle “öteki”, Batı ile karşılaştırmalı bir ölçek içerisinde modern/geleneksel, demokratik/despot, ileri/geri kalmış, çalışkan/tembel gibi olumlu/olumsuz biçimindeki kalıplara sıkıştırılarak tektipleştirilmiştir. Gerçekte sınırlarının nereden başlayıp nerede bittiği belirsiz olan ancak çok geniş bir alanı işaret eden, dolayısıyla da farklı kültürleri içinde barındıran Doğu ve Doğulu kimlik, egzotik, mistik, cinselliğe aşırı düşkün, sapkın, akılcı olmayan, irrasyonel, feodal, değişime kapalı gibi belli başlı ön kabuller etrafında mutlak ve istisnasız biçimde aynıdır. Bu anlamda yokluklar ve eksiklikler ekseninde tanımlanan Doğu, Batı’nın kendi kimliğini oluştururken olumsuzlukları atfettiği, kendisinden tamamen farklı bir öteki mekânı olagelmiştir. Öte yandan Boztemur’un da belirttiği gibi (2002: 140) oryantalist determinizm aynı zamanda Batı toplumlarını da tek bir bütün olarak ele almayı gerektirmekte, Batı için de toplumsal yapılardaki ayrılıklar göz ardı edilmekte, sonuç olarak Batı’da tıpkı Doğu temsilinde olduğu gibi ötekinin mutlak zıddı olarak ele alınmaktadır. Nitekim öteki olanı ya da farklılığı Batı dışı bir nesne olarak kurgulayan ve temsil eden bir söylem olan oryantalizmde (Kahraman ve Keyman, 1998: 76) “Doğu/Şark öteki olarak, yani hem bir bilgi nesnesi (bilimsel, anlatısal, sanatsal), hem de (siyasal, toplumsal) müdahale nesnesi olarak işaretlenmiştir” (Mutman, 1996: 32).