Türkçenin yakın dönem geçmişi genelde “gençler dedelerinin yazdığı metinleri okuyamıyor” tartışmaları üzerinden ele alınır. Bu tartışma, biraz daha geri giderse Tanzimat sonrası ile Fransızcanın; Osmanlı ve Selçuklu dönemi ile de Arapça ve Farsçanın Türkçe üzerindeki olumsuz etkisine odaklanır. Farklı milletler ve kültürler ile yüz yıllar boyunca etkileşim içinde olan Türkçe için bu durum kaçınılmaz görünmektedir. Bu sebeple işin hakikatini öğrenmek ve Türkçenin farklı dönemlerdeki kullanımı ve bunların Türkçeye etkisini analiz etmek, bunu anlaşılır kılmak için Prof. Dr. Hayati Develi ile başlangıcından günümüze Türkçenin serencamını ele alan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Türkçeyi, bir diğer ifadeyle Batı Türkçesini nereden başlatabiliriz? Bugünkü Türkçenin temelleri nerede, kimler eliyle, nasıl atılmıştır?
Türkçe ister Doğu Türkçesi olsun ister Batı Türkçesi olsun elbette çok kadim bir dildir. Ama bizim Anadolu için Türkçeyi nereden başlatabiliriz sorusunu ben yazı dili olarak Türkçe, daha doğrusu Türkiye Türkçesi nereden başlıyor olarak anlıyorum; çünkü Türkçenin en eski örnekleri neredeyse 1500 sene öncesine dayanıyor. Ancak Anadolu’ya yerleşen Oğuzların, Anadolu’ya yerleşen grupların bir yazı dili olmadığını biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Çünkü elimizde Oğuzca yazılmış bir metin yok! Selçuklu Devleti, biliyorsunuz, Oğuz esaslı bir devletti. Onlar devlet işlerinde, bilimde, edebiyatta, entelektüel hayatta, kültürel hayata Arapçayı ve biraz da Farsçayı kullandılar. O devletin bir kopyası olan Anadolu Selçuklu Devleti’nde de aynı usûl, aynı statüko devam etti. Ne zamana kadar? Moğolların ve bazı iç karışıklıkların Selçuklu Devleti’ni yıpratıp yıkılışa sürüklediği döneme kadar. Bu, 1243 Kösedağ yenilgisiyle başlayıp 1320’lere kadar uzayan, yavaş yavaş gerçekleşmiş bir yıkılış sürecidir. Bu süreç içerisinde Türkçenin geleceğini ilgilendiren birkaç önemli gelişme oldu. Bunlardan bir tanesi büyük Türk gruplarının, diğer Oğuz gruplarının, İran bölgesinde yaşayan bulunan grupların Türkiye’ye göç etmesi. Osmanoğulları Hanedanının çıktığı Kayı boyu dahi bu dönemde Anadolu’ya gelmiştir. Bu göçler, Anadolu’daki demografik dengeyi bütünüyle Türkler lehine değiştirdi. Türkler Anadolu’nun sayıca hâkim unsuru oldular.
İkinci unsur Moğolların yönetim anlayışı tarzı ve siyasetidir. Bu siyaset Anadolu'daki siyasi hâkimiyeti parçalamaya dönüktü. Selçuklu Hanedanı zayıflatılıp güçsüzleştirildi ve hâkimiyet büyük ölçüde çevredeki Türkmen beyliklerine intikal etti. Konya'daki yönetim çok sınırlı bir yetki kullanmaya başladı. Karamanoğlu, Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Osmanoğlu vesaire bütün bunlar bir şekilde Moğollara vergi veren, Moğollara tâbi unsurlar idi. Böylece hem daha çok vergiyi daha uygun bir şekilde alıyor hem de karşısında birleşik bir güç bulundurmamış oluyordu. Bu durum, kültürel statükonun ve hâkimiyetin de dağılmasına yol açtı. Selçuklu statükosunda hâkim dil esasen Arapça, sonra Farsça idi ve Selçuklu döneminde bu dillerle yapılan edebiyat çok yüksek bir kültür seviyesine ulaştı. O günkü İslâm medeniyetinin bütün birikimi Anadolu’da temsil ediliyordu; hatta en yüksek seviyeye çıkmıştı. Selçuklu Devleti’nin ulaştığı refah ve kültür seviyesi, komşularıyla, bilhassa Bizans’la sağladığı barış, dışarıda oluşan Moğol baskısı, bütün bunlar Anadolu’yu bilim adamları, şairler ve din adamları gibi entelektüel kesimler için güvenli bir sığınak hâline getirmişti. Endülüs’ten, Orta Asya’dan, Ön Asya’dan gelenlerin hepsi Anadolu’da kendilerine yer buldular. Yüksek bir kültürel seviye yakalandı. Ne var ki, bilim ve edebiyat Türkçe ile yürümüyordu, devlet de Türkçeyle yürümüyordu. Bu hâkimiyet böylece Türkmen beyliklerine geçti. Türkmen beyleri ise, büyük ölçüde, Türkçe dışında dil bilmiyorlardı. Edebiyat ve bilim, her türlü entelektüel destekle sürebilir. Bilimi ve sanatı destekleme işi önceden Selçuklu Sarayınca yapılıyordu. Şimdi bu işi Türkçeden başka dil bilmeyen Beyler yapıyor. Yani siz bir bey düşünün, Türkçeden başka bir dil bilmiyor. Buna Farsça, Arapça eser götürdüğünüzde elbette anlamıyor bunları ve Türkçe yazılmasını talep ediyor. Bu önemli bir etki yarattı. Diğer bir etki de Anadolu’da epeyce yaygınlaşan farklı din adamlarının, dinî akımların bilhassa tasavvufî akımların hedef kitlesiyle ilgilidir. Mevlâna Celaleddin-i Rûmî gibi zatların hedefi şehirli ve okumuş kitle idi. Bu kitle Arapça ve Farsça biliyor. Bunun yanında birçok tasavvufî akımın hedef kitlesi esasen şehirli olmayan, yüksek eğitimli olmayan, yerleşik, yarı yerleşik veya göçebe unsurlardı; yani Türkler. Böylece ister istemez bunların iletişim dili Türkçe oldu. Halk anlasın diye Türkçe yazıldı. Türkçe talebinden dolayı Türkçe yazılmaya başlandı. Yunus Emre mesela bunlardan bir tanesidir. Yunus Emre’ye Türkçeyi yazdıran şey neydi? Halka hitap etmek istiyordu. Halka belli bir tasavvufî anlayışı anlatmaya gayret ediyordu. Din adamları vardı. Bunlar da dinin öğretilerini, kurallarını, taleplerini, halka anlatmaya çalışıyorlardı. Onlar da Türkçeyi tercih ettiler. Böylece ürkek ve utangaç bir şekilde Türkçe bir yazı dili olmaya başladı.
Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin "Türkçe" sayısında...