Düşünce Dergisi > Arşiv > Sayı 13 / Sinema |

nazif tunç ile röportaj

nazif tunç ile röportaj

“anadolu’nun ıssızlaşan, bozkıra dönen güzel medeniyetini, kültürünü, sinemayla yeşertecek insanlara ihtiyacımız var”

Sinema, sosyal, siyasal, dini pekçok alanı ilgilendiren bir sanat dalı olması yanında kalabalık bir ekip tarafından hayata geçirilen bir endüstri ürünüdür. Farklı paydaşların maddi ve manevi işbirliğinde hayata geçer. Türk Sineması gibi endüstrileşme sürecinde çok zorluklar ve kırılmalar yaşayan ulusal sinemalarda ise çok daha büyük fedakârlıklar yapılır. Çok mektedir. Bu zoraki değişimler yanında güçlü sinema endüstrilerinin taarruzlarına da göğüs germek gerekmektedir. Sinemanın ne olduğunu, ülkemizdeki seyrini, geleceğini ve sorunlarını uzun yıllardır sektörün içinde bulunan, Türk televizyon ve sinema dünyasını yakından tanıyan Yapımcı-Yönetmen Nazif Tunç ile konuştuk. Halk Film’in kurucusu olan Tunç aynı zamanda Film Yapımcıları Birliği’nin de (FİYAB) başkan yardımcısı. Sektörün farklı alanlarında tecrübeli bir isim olmasının yanı sıra bu toprakların hikâyelerini anlatmak için Anadolu irfanını kendine rehber edinmiş. “İrfan sineması” ile kavramsallaştırdığı çalışmalarında ilk durağı ise Karınca filmi. Dijital dünyanın sinemayı yeniden tanımlanması gereken bir kavram haline getirdiğini ifade eden Tunç, devlet ve sinema ilişkisine dair de önemli açıklamalarda bulundu.

Bağımsız sinema ve ticari sinema ayrımı konusunda ne düşünüyorsunuz? Böyle bir ayrıma inanıyor musunuz?

Bağımsız sinema, yönetmen sineması, ana akım sinema, ticari sinemaya değil sinema sanatının kendisine inanırım. Sinemanın o efsunlu, cezbeli, cazibeli haline vurulmuşuz. İrfanı anlatmadaki imkânlarına vurulmuşuz. Hem gözle, hem kulakla, hem gönülle besleyip hayatı yaşanılabilir kılan o yalın halini de görmemezlikten gelemeyiz. Filmler, insanların meyvesinden yararlandığı ağaçlar gibi olmalı. Dallara uzanan eller boş dönmemeli. İnsan duygularını bir arının bal peteğini ördüğü gibi ören ve neredeyse zamanımızda hayatla, fıtratla bir yegâne bağ, tek köprü haline dönüşen sinema sanatına inanıyorum.

Sinema yapımcılık işi, sinemayı kudretli yapan bir zamanların yapım evleri… Şimdilerde yönetmen sineması, bağımsız sinema, minimize sinema diye gittikçe küçülüyor. Film çekme yöntemlerinin daraldığı, eridiği ve bu yüzden de farklı birtakım yaklaşımların, yönelişlerin olduğu bir zamana geldik. Sinemanın heybeti, sinemanın büyüklüğü, sinemanın ululuğu yapımcıların film yaptığı zamanlarda ve bütün dünyayı kuşattığı çağda kaldı. Yani sinemanın altın çağı yapımcılar döneminin görkemli filmleriyle meydana çıktı. O yüzden şimdi sinemayı, bağımsız sinema diyerek gittikçe bir inziva haline almak, kişisel halde yürütülecek bir sanat haline dönüştürmek bir çıkmaza götürüyor. Çünkü artık bir zamanlar var olan ve her seansında tıklım tıklım dolan stadyuma benzer sinema salonları yok artık. 50 koltukluk cep salonlar var. Onların da doluluk oranı ortada. Yüz milyon dolarlara varan, milyar doları bulan bütçeler sinema için kullanılamıyor. Bir Spartaküs (1960), bir Kleopatra (1963), bir Harp ve Sulh (1968), Waterloo (1970), Babav (1972) gibi neredeyse dünyanın 8. harikası sayılacak çağ filmleri yapılamıyor.

Sinema, ne kadar küçülürse küçülsün ne kadar bağımsız, yönetmen sineması, minimize sinema diye anılırsa anılsın, eridikçe erisin, kalan neyse yine hikâye anlatmayı sürdürecektir. İnsanları bir araya getirmekte, duygularda, serüvenlerde, karakterlerde buluşturmakta en baş sanat olacaktır. Asıl olanın iyi, güzel bir hikâye anlatmak, iyi bir film çekmek ve iyi sanat yapmak olduğuna inanıyorum. Yani yönetmen sineması içerisinde de bağımsız sinemada da sinemadan beklentilerimizi, insana vaat edilenin karşılayan filmler yok mu? Var elbet. Bunlar olmaya devam edecek ama sinemanın bir daha o altın çağına dönemeyeceğiz.

Dünyanın sekiz harikası mermerden ve taştan örülü görkemli mimari anıtlardır. Malzemesi taş, mermer, insan bilgisi, teri ve kanıdır. Teknoloji çağına girince o mimari anıtlar gibi harikalar yapılamıyor artık. Ne zaman ki demir, çelik konstrüksiyonlar vs. işin içerisine girdi, teknoloji işin içine girdi bir daha büyük harikalar üretilemez oldu. Dünyanın yeni 9. harikasından bahsedemiyorsak artık sinemanın da harikalarından bahsedemeyeceğiz. Bana göre sinemanın emekle yapılan hali, alın teri ile yapılan saf duyguyla işlenen hali daha kıymetli. Hormon yok, gübre yok, teknoloji yok, CGI yok, yeşil önü yok. Ne yaparsa insan zihni, insan eli yapıyor.

 

Röportajın devamı Düşünce Dergisi'nin Sinema sayısında...