1453’ten 1923’e kadar 470 sene içinde İstanbul, hakikaten hemen her bakımdan dünyanın merkezi oldu. İstanbul, Osmanlı Devleti’nin baş- şehri olduktan sonra nesiller boyunca Türk zevk ve yaratıcılığının her alanda en mükemmel örnekleri ile doldu, büyük bir medeniyet merkezi hâline geldi. Biz, bu zevk, yaratıcılığın en güzel örneklerinden biri olan dil-Türkçe üzerinde duracağız.
Edebiyat, bilindiği gibi dile dayanır. Türkler Müslüman olduktan sonra kendilerinden evvel Müslüman olmuş iki kültür ve medeniyeti hazır buldular. Karşılarında zengin, işlenmiş iki dil vardı. Kur’ân dili ve Şehname dili. Karşılaşılan zengin kültürü ifade edebilmek ve özümseyebilmek için o kültürü ifade eden kelimeleri de aldılar. Fakat Sultan Veled’den itibaren alınan kelimeler yeni dille tam uyuşamadı. Biliyorsunuz dilin sesleri ile coğrafya arasında yakın bir ilişki vardır. Alınan kelimeler Anadolu coğrafyasında ve tabii sonra İstanbul’da musikili bir söyleyişe kavuştu; dil gelişti, zenginleşti, yeni ifade imkânlarına kavuştu. Bilindiği gibi giderek bir “İstanbul Türkçesi” kavramı doğacaktır. Bu, Türkçenin ulaşabildiği en mükemmel söyleyiş şeklidir. Türk kültür ve medeniyetinin ifadeye gelişidir. Tıpkı hattaki/yazıdaki güzellik ve zarafet, musikideki incelik ve derinlik gibi Türkçede de bir tannanlık oluştu zamanla. Nitekim çok sonraları Yahya Kemal “Konuşurken daha bir kerre güzeldin” diyecektir.
Tabiatıyla bu gelişme edebiyat için de geçerlidir. Basit, dinî muhteva ağırlıklı metinler yerine düşüncenin insan hayatını estetik bir şekilde kucakladığı, ince detayların yer aldığı, daha süslü, ince, zarif ve nükteli söyleyişlerin kullanıldığı metinlerin geçtiğini hemen belirtelim.
Yazının devamı Düşünce Dergisi'nin "Türkçe" sayısında...